25 Eylül 2007

KUSH bakışı Santorini seyri...


Santorini seyrimizi Sevgili Mustafa' dan dinleyelim... (Ekim-2006)

Cuma sabahı Ankara'da erkenden bindiğim otobüsten Eskişehir'de indim. Burhanettin ile buluşup Burhanlara gittik. Burhan hazırlıklarını tamamlarken ben Gönül'ün sıcak evsahipliğinde bayram tatlısını yiyip kahvemi yudumluyordum. Kısa süre sonra Bülent ile Ünal geldi Bursa'dan. Ünal ile tanıştık. Burhan her iki teknenin alışverişini de bir gün önce yapmış hazırlamıştı. Onları yerleştirdik Bülent'in Doblo'ya. Ve sıklıkla "Doblodan başkasına da sığamazmışız" cümlelerini sarf ederek yola çıktık.
Öğle yemeğini Burhan'ın guruluğuna güvenerek -hiç mahcup etmedi doğrusu- Kütahya yakınlarında bir restoranda yedik. Keyifli bir yolculuk sonrası akşam 8.30 gibi Albatros Marinada buluştuk. Tekne alışverişleri ile eşyalarımızı yerleştirdikten sonra Rakı eşliğinde hasret giderip, yolculuğu başlattık akşamdan. Bir tek Celal yoktu henüz aramızda.
Gece yarısına doğru o da geldi.
Ertesi gün sabah mümkün olan en erken saatte yola çıkma isteğimiz Off Shore görevlisi Mesut bey'in de desteğiyle Cts. sabahı erkenden check in yapmamızı sağladı ve 9.30 gibi yola çıkabildik.
Bizim teknenin adı -ileride birçok espriye kaynaklık edecek biçimde- KUSH, 35' Jeanneu.
Diğer teknenin adı ise AVİOR, 37', bizimkine göre daha modern ve daha güçlü motora sahip bir tekne.
Her ikimiz de Türk bandıralıyız ve bu durumun Yunanistan'da sorun yaratması riski de yok değil.
23 Ekim - Marmaris Rotamız Simi.Rüzgar yok. Motor yapıyoruz. İlk gün sohbeti yolculuk ve rota üzerine. Akşam 17 sularında Simi'ye yanaşıyoruz. İnsana bozulmamış izlenimi veren güzel bir dokusu var Simi'nin. Güzel Simi silüeti eşliğindeki yanaşmamız aynı güzellikte olmadı. Demir atıp kıçtan kara yanaştık. Kıyıda yardımcı olacak, halat alıp verecek hiçbir görevli yok. Esnaf ve gelip geçenler ilgisiz. Yerlilere yeniden Türklerin işgaline uğrayacakları korkusunu yaşatacak kadar bağırış çağırış içinde bir turist hanımın da halat alıp yardım etmesiyle bağlandık sonunda. Bizim teknede şarap içmeye başladık hemence. Burhan, her ihtimali gözeterek olsa gerek, duşunu alıp çıkmıştı güverteye. Yolculuğa içimizde en hazır kişi olan Burhan, yemekler konusunda da en az yelken kadar hazırlanmış olduğunu cebinden çıkardığı gazete kupüründen belli etti. (Sanırım) Hürriyet Gazetesinin Pazar ilavesinde bir vatandaş tam sayfa Simi izlenimlerini yazmış ve Türklerin kabesi haline gelen Manos yerine Hans'ın Yeri'ni önermiş yemek için. Bir yandan Simi'yi dolaşırken öte yandan Hans'ın yerini arıyorduk. Ancak sonuç hayal kırıklığıydı. Dışarıdan bakıldığında gerçekten de estetik bir anlayışla düzenlenmiş olan lokanta yazık ki kapanmıştı. Mecburen (!) Manos'tayız bu akşam. Manos'un mezeleri -özellikle de midye güveç gibi bir mezesi- çok güzeldi. Gece yarısı yola çıkacağımız için sadece iki büyük Rakı içip 22 civarında tekneye döndük. Yanımıza -bizden sonra-demirlemiş bir tekne vardı. Bizim demirin üzerine demir atmış olma olasılığı çok yüksek olduğu ve biz gece yarısı ayrılacağımız için bu durumu konuşmamız; gerekirse gece kendilerini uyandırmamız gerekeceğini söylememiz gerekti. Onlar da Türk idi. Karı koca kız ve damat.
Komodor ile teknenin sahibi olduğunu öğrendiğimiz adam (kayınpeder) arasında başlayan sohbet bizim teknelerin diğer elemanlarının da katılımıyla sürdü. Adam -nedense- ısrarla bizim Mikonos'a gitmemiz gerektiğini vurguladı, Santorini'nin şapka gibi dimdik bir ada olduğu orada yapacak bir şey olmadığını söyledi ise de biz planlı insanlar olarak bozmadık planımızı. Onbir gibi girdiğimiz yataktan gece ikide kalktık. Endişelerimizi boşa çıkartacak kolay biçimde demir aldık. Simi'den ayrılırken chart plotter'ın çalışmadığını görüp telaş ettik kısa süre. Zira Simi çıkışında iskele yapıp iki yanında tehlikeli kayalıklar bulunan bir boğazdan geçecektik. Zifiri karanlıktı ortalık. Celal teknenin salonunda chart plotterı açmaya çalışırken biz de yukarıda iskele ve sancakta görmemiz gereken fenerleri gözlüyorduk. Kısa bir muhasebe sonrasında boğazdan geçmeyip risk almaksızın adanın çevresini dolaşmaya karar verdi Eyüp Kaptan, diğer tekne -anlaşmamız üzre- zaten bizi izliyor. Bir kaç düğmesine basarak açtık sonunda chart plotterı (CP). Kör karanlıkta ilerliyoruz yine de. Karşıda Atabol kayalıklarının fenerini gördüğümüzde önümüzde sürekli yanıp sönerek ilerleyen bir ışık gördük. Ne olduğunu anlamaya çalışırken hızımızı kestik. Ancak bu durum arkadan yaklaşan Avior tarafından fark edilmedi. "Gaza bas" nidaları üzerine arkaya baktığımızda Avior ile çok yaklaşmış olduğumuzu fark ettik. Dümende olan Eyüp Kaptan'ın gaz vermesi, diğer teknenin dümenindeki Burhan Kaptan'ın da dümeni sancağa kırmasıyla muhtemel bir çarpışma önlendi çok şükür. Devam ediyor seyrimiz. Gece karanlığı, CP'ın azizliği ve bu çatışma ihtimali gerdi iyice. Işıkları görmek, ayırdetmek ve haritada konumlandırmak başlangıçta zor olsa da zamanla hepimiz alıştık bu duruma. Gerilimimiz azaldı doğal olarak. Sabaha kadar sakin süren seyir öğle saatlerinde Nisiros yakınlarında iki metreyi bulan dalgalarla boğuşan bir yolculuğa bıraktı yerini. Mide bulantıları ve yolculuğa alışma ile geçen 14 saatin sonunda Santorini yolundaki ikinci geceleme noktamız olan Astipalya adasına ulştık. Astipalya limanında inşaat vardı ve demirlenebilir görünen yerler de sığlıkları sebebiyle güven vermedi. Yakındaki diğer koya girdik. Bir balıkçı köyü ve balıkçıların kullandığı iskele var. Balıkçı teknelerinin arasına iskeleye borda olduk. Arkamızdan gelen Avior da hemen önümüze bağlandı. Yemek yiyecek bir yer baktık, hafif tepede bir kafeterya tabelasını gösterdiler. Yapılan keşifte bu yerin köy kahvesi niteliğinde olduğu ve yapılacak yemeklerin güven vermediği bilgisi geldi. Teknede yiyeceğiz. Alışveriş listemiz sadece birer paket makarna içerdiğinden ve bu makarnalar ilk öğle yemeğinde tükendiğinden menü sucuklu yumurta: Bizim teknede Şevket Avior'da Bülent yapacak sucuklu yumurtayı. Burhan'ın yapacağı bulgur pilavı ile birleştirip yiyeceğiz birlikte. Sucuklu yumurtalar yendikten sonra biraz da karnımızın doymasının etkisiyle Burhan'ın zor 'demlenen' bulgur pilavını pek yiyemedik. Çay içmeye dahi mecalimiz kalmadığından saat dokuzdan itibaren uyumak üzere sofradan kalkanlar oldu. Bülent, Celal, Ünal ve ben Celal'in -kendi usulüyle demlediği- termos çayından içerek azınlıklar sorununu çözüp rahata erdikten sonra saat onda yattık. Ertesi gün erkenden yola çıkacağız. Sabah yedide kalktık. Bugün bayram. Akşamdan planımız sabah kahvaltıyı birlikte yapıp bayramlaştıktan sonra çıkmaktı ancak yolun uzunluğu sebebiyle zaman yitirmeyelim herkes teknede seyir sırasında kahvaltı yapsın kararına vardık ve hızla hareket ettik. Kendi teknemizde bayramlaştık. Ilgın'ın 'bayram sabahı ikram et' tembihiyle verdiği şekerlerden yedik, teknede de olsak geleneği yaşattık. Seyir sırasında bir ara tekneler yaklaştığında Özcan ezan okudu kısaca, bayramlaştık uzaktan uzağa...Astipalya Santorini arasında, açık deniz olmasına karşın, muhteşem bir güneş altında havuz ya da bir göl kadar dalgasız bir denizde seyir yaptık saatlerce.Rüzgar sıfır. Motor yapıyoruz. Anafi adası açıklarında Avior durdu mürettebat denize atladı. Uzaktan görüyoruz. yaklaştığımızda biz de durup kısa bir yüzme molası verme kararındayız. Üç gündür deniz üstünde olmamıza karşın ilk kez denize gireceğiz. Kısa sürse de keyifli bir yüzme molası oldu. Açık denizde, pırıl pırıl bir havada tertemiz sularda yüzmek muhteşemdi.23 Ekim saat 17 Santorini kıyısındayız artık. Bütün yayınların özellikle uyardığı sığlıkları kontrol ederek adanın güney ucundaki Marina'ya girmeye çalışıyoruz. Derinlik kimi yerlerde 2,5 metreye kadar düşüyor. Avior önümüzde idi önce Marina'ya girmeye teşebbüs etti ise de sığlık sebebiyle açığa çıkıp bekledi biraz. Aramızda kurulan telsiz irtibatı sonrasında girdiler içeri. Balıkçı barınağı burası resmi olarak. Belki de o yüzden böylesine kötü ve sığ girişi. Başüstünde Celal sudaki kayaları kontrol ederek rota verdi. Greek Waters Pilot kitabı defalarca okundu... Neyse ki sorunsuz biçimde girdik biz de liman marinaya. Demir atarak Avior'un yanına kıçtan kara bağlandık. Korku limanına kazasız belasız girdik sonunda.Bir grup hazırlanan mürettebat listesini liman polisine vermek üzere keşfe çıktı ise de bir süre sonra buralarda böyle bir birimin olmadığı öğrenildi. Listeyi vermek için Fira denilen ana merkeze gidip gitmemek konusunda açılan müzakere kısa sürdü, Türk usulü üstün geldi ve boşverildi. Aslında bir balıkçı barınağı olan bu limanda ne bir duş var ne de WC. barınağın hemen arkasında bulunan büyük otel de sezon dışı


Bülent-Deniz-Burhanettin- Ünal-Şevket -Özcan
olduğu için kapalı. Kıyıda inşaat var. Belli ki duş,vs. yapılıyor ama bize yetişmemiş. Hepimizin duşa ihtiyacı var. Barınağın hemen arkası 10-15 mt. yüksekliğinde kayalık. Merdivenle çıkılan üst kısımda taverna tabelalı bir yerler var. Araç kiralama işi de orada imiş. Bir ekip gidiyor araç ve varsa duş-WC kullanımı için bir iki oda kiralamak amacıyla. Bu işti şansımız yaver gitti. Çok ucuza iki araba kiraladık, duş WC işi de tamam. Dörderli gruplar halinde duşa gidiliyor. Özcan Bülent ve ben son gruba kaldık. Teknede ufak bir çilingir sofrası kurup demlenmeye başladık bile. Akşam kiraladığımız araçlar geldi. Thira (Fira)'ya gidiyoruz. Fira, Kaldera denilen yanardağ ağzına bakan, adanın ana yerleşim yeri. Yemeği orada yiyeceğiz. Araba kiralayan şirketin elemanı olan delikanlı bize harita üzerine adanın yerleşim yerlerini, ulaşım yollarını ve özellikleri anlattı. Herkesin dikkati Messeria üzerinde yoğunlaştı...Eyüp ve Bülent kaptan şoförlerin idaresinde 10-15 dakikalık bir yolculuk sonrasında vardık Fira'ya. Şaşırtıcı biçimde kentin göbeğinde park yerleri bulduk ve bizim tekneci ekibin bir arkadaşının tavsiyesini dikkate alarak yemek için Saphix isminde bir restoranı arıyoruz. Uzunca bir aramadan sonra bulduk. Kalderaya bakan güzelce bir yer. Ancak çok pahalı: Çorba 15 E. salata 20 E. vs. İlk akıncılar Celal, Şevket,.. içeride masa birleştirme işini filan da halletmişler ancak ikinci grup fiyatları abartılı bulunca orada yemek yememeye karar veriyoruz. Sezon sonu olduğu için restoran boş ve adamlar 9 kişilik bir ekibi bulup kaybetmiş olmaları sebebiyle biraz bozuldular son kararımıza...Yemek yiyecek bir yerler arıyoruz, karnımız acıktı, yorulduk... Bulduğumuz yerler astronomik balık fiyatları çekiyorlar, mesela çiftlik çupraya 90 E. gibi. Dimitri adl1 bir Yunanlı ile pazarlık yapıp balık fiyatını 30 E. yapmış iken Deniz çupranın market fiyatını belirtip itiraz edince pazarlık koptu. Gergin ve açız. Çıktık lokantadan ve yürüyoruz. Hedef belirsiz. İronik biçimde gidip merkezde fast food yiyelim öneriler de geliyor. Tam bir otorite boşluğu. Durumu tahlil edip cesaretle harekete geçen Bülent kaptan inisiyatif koyuyor ve haklı argümanlarla ülkemizde de balık restoranlarında fiyatların aşağı yukarı bu civarda olduğunu, tepkinin haksız olduğunu belirtiyor ve dön geri Dimitri'ye. Neyse ki fazla uzaklaşmamıştık. Dimitri ile son bir pazarlık daha yapıp yanımızda getirdiğimiz kendi Rakımızdan içmeye ikna ediyoruz. Tek müşteri olmanın avantajı ile olsa gerek, işler yolunda. Saat 22. Açlığımızın da etkisiyle mezeleri abarttık. Çeşit olarak çok olmasının yanı sıra lezzetleriyle de beğeni toplayan mezelerle karnımız doydu aslında. Ancak balıkları arada sipariş etmiştik bile. İptal ettirmeye çalıştı isek de nafile. Balıklar geldi, onlar da muhteşemdi. Çiftlik çupra bu kadar güzel pişirilebilir... Onları da yedik afiyetle. Teşekkür edip ayrıldık. Saat gece yarısını geçmiş.Merkezde arabalara bindik, dönüyoruz.

Yol Messeria'dan geçirildi ve ışıklı bir barın karşısında duruldu.
İki grup oluştu: Bara gitmek isteyenler ve burada bir iş olmaz gidip yatalım diyenler.
Neyse ki iki aracımız var. Arabaları durdurduğumuz yerin çaprazında bulunan barda "kötü kadınların" bulunduğu rivayet olunmakta. Deniz köşede bekleyen bir zenci adamla muhabbete başladı. Zenci -arabaların yanında duran bizler tarafından- önce uyuşturucu satıcısı zannedildi ise de taksi bekleyen bir "sade vatandaş" olduğu anlaşıldı sonra.
Zenci bu barda bir iş olmaz girmeyin boş yere demiş ise de umut karşı dağın ardında...
Bir grup yatmaya gitti diğeri bara gitti netice olarak. Bara gidenlerin her birinin farklı anlatımı sebebiyle rivayet muhtelif ise de tekneye yatmaya giden ekipten sadece 10-15 dakika sonra diğer ekibin de tekneye ulaştığı gerçeklik. Her ne oldu ise çok hızlı yaşandığı kesin!
24 Ekim - SantoriniSabah 7.30'da kalktık. Avior uykuda. Bir tek Ünal kalkmış erkenden. Yakındaki siyah kumsaldan taş toplamış. Kahvaltıyı Fira'da yapalım diyoruz. Tüm gün gezip alışveriş yapacağız Fira'da. Akşam üzeri gün batımını seyredeceğiz. Bir yer bulup yemek yiyip içki içeceğiz ve sabah erkenden Rodos'a doğru yola çıkacağız. Plan bu.Avior'un suyu bitmek üzere. Tanker de gelmedi. Kıyıda bulunan musluk bir gün önce Celal tarafından denenmiş ancak akmamış. Yandaki yabancılardan oluşan tekne musluğa hortum bağlayıp sağı solu kurcalıyorlar. Biz de uzaktan seyrediyoruz. Celal "Biz de denedik onu ama akmıyor işte" yorumunu yaparken hortumdan akan su küçük bir şaşkınlık yarattı. Su ve mazot takviyesi işini arkadaşlara bırakıp Eyüp, Şevket, Ünal ve ben gidiyoruz kahvaltı yapmaya.

Kahvaltı sonrası dolaşırken gördüğümüz, gezi öncesi de Bülent tarafından –Acun’dan aldığı feyz ile- bu adaya gelenlerin mutlaka binmesi gerektiği şeklinde tembihlenmiş olan, eşekleri görüyoruz. Binelim binmeyelim derken komodorun cesareti bize de güç veriyor ve binmeye karar veriyoruz. Sonuç tam bir fecaat. 600 civarında basamak, rahatsız katır sırtı, üstüne üstlük inişte taşlarda ayağı kayan katırın üstünden Şevket’in –neyse ki ustaca- düşmesi/inmesi, bu arada eyerin önündeki demiri tutarken sıkmaktan patlayan avuçlarım… Eşekçi ile pazarlık yaparken iniş - çıkış dahil pazarlık yaptık ve parayı peşin aldılar. Aşağı inerken aramızda geçen konuşmalar –her ne kadar parasını vermiş isek de- aşağıda eşeklerden inerek teleferik ile çıkmak kararı ile sonuçlandı. Lakin eşekler-aslında katırlar demek lazım- aşağıda bir an durduruldu ve yönleri yukarı çevrilip sahibi tarafından hafifi bir sille ile gönderildi. Neredeyse dört nala bir şekilde katırlar yukarı doğru kendiliklerinden fırladılar. İnişte yanımızda olan adam da kayboldu. Biz dördümüz kendi kendimize –ya da katırlar kendi kendine- çıktık yukarı. Bizde hal kalmadı, ciddi eziyet idi. Aramızda karar verdik: Bu işi bizimkilere ballandırarak anlatacak ve bu ‘tadı’ yaşamalarını önerecektik. Öyle de yaptık. Kahvaltı ettikleri kafede buluştuk ekiple. Onlar da kahvaltılarını bitirmiş kahve içiyordu.
Eşekler ile ilgili yaşadıklarımızı es geçerek bire bin katıp, olmayanları yaratıp ballandırdık iyice.
Hepimize feyz veren Bülent hiç etkilenmedi. “Benim çocukluğum eşek üstünde geçti, bi de burada mı bineceğim, bıkmışım zaten” dedi. Kalanlar ilgi ile dinledi, belki de meylettler.
Ama kıyamadık, kahpe yürek dayanmadı… Aman binmeyin tam bir eziyet dedik, ama sonradan anladık ki Celal ile Deniz bizim anlattıklarımızın ballandırma bölümünü dinleyip gerisini (aslını) ya duymamışlar ya da merakları üstün gelmiş ki eşeklere binmeye karar vermişler.
Celal-Deniz ve esekler...
Bindikten sonraki hallerini gördüğümüzde “kimdi lan bu eşekle inip çıkmak güzel diyen” modunda idiler. Üzgünüz…
Fira’da akşama kadar serbest biçimde gezip alışverişleri yapıp akşam beş gibi bir kafede buluşma kararı ile dağıldık. Ya da öyle zannettik. Zira günün muhtelif zamanlarında hiç birbirimizi aramadan yine bir araya gelmiş oluyorduk. Biz genelde Ünal ile birlikte dolaştık. Eş ve çocukların hediyelerini alma işini bitirdikten sonra yukarı tırmandığımızda kiliselerle karşılaştık. Şatafatlı, her yanı simgelerle dolu içleri boş yapılardı. Mum yakıp, dua eder pozlar verdik. Çıkışta günah çıkartma yerini gördüğümüzde günahlarımızdan arınmayı bile düşündük…Fena olmazdı hani, beyaz bir sayfada yeni günahlara yelken açmak…
Saat beşe gelirken biz de yorulmuştuk. Belirlenen kafeye gidip kahve içmeye başladık. Kahvenin yanında tatlı bir şeyler yemek istediğimizde mevcut tatlıların isimleri şaşırttı bizi : baklava, kadayıf, kalata boragi (Galata Böreği)…
Bütün ekip toplandı ve İya’ya gün batımını izlemeye gittik. İya’da bahçesinde günbatımından habersiz biçareleri tavla oynarken gördük. Biz ve bizim gibi dünya nimetlerinin farkında olan turistler harala gürele gün batımını izlemeye giderken bu adamların ilgisizliği garipti doğrusu (!) (Bu arada Özcan kendi köylerinde de –Alaçam - her gün güneşin böyle battığını söyledi ve biz seneye Özcanların köye gitmeye karar verdik yine günbatımını izlemeye.)




İya’da gün batımı güzeldi tabii ki. Güneşin denizden battığı her yerde olduğu gibi… Hayallerimizden farklı olarak ne kimse bir yudum şarap sundu gün batımını izlerken ne de bir öpücük konduruldu yanağımıza…
Biz dokuz adam romantik bir biçimde günü batırdık dilimiz damağımız kurumuş biçimde ve nerede içeceğimizi konuşarak Fira’ya döndük. Pek fazla alternatifimiz yoktu aslında (ya da alternatiflerin hepsi birbirinin hemen hemen aynıydı). Bir fikir olarak dünkü yere Dimitri’ye gidelim denildi ancak farklı bir yer olsun düşüncesi ile bu seçenek elendi. Öğleyin bira içtiğimiz, Dimitri’nin de arkadaşına ait olan Sokrates Taverna’ya gittik. Kalderaya değil de adanın diğer tarafına bakan bir yer. Bahçesinde oturalım diye düşünürken Deniz ‘Hocam bu buzdolaplarının olduğu yerde oturulmaz’ çıkışında bulundu mutfağın girişinde duran Kola dolaplarını göstererek. Grup kendini burada oturmaya hazırlamış olduğundan ya da acıktığımızdan bu gerekçe tatmin edici bulunmasa da söylene söylene çıktık. Hemen yanında bulunan bir başka bahçe lokantaya girdik, herkes Deniz’e dönüp tamam mı der gibi baktığında Deniz bu baskının da etkisiyle olsa gerek “Tamam hocam burası güzel” dedi, masalar birleştirildi, oturduk. Hemen arkamızda bulunan Kola buzdolaplarını görmemesi için Deniz’i onlara sırtı dönük oturttuk tabii ki. Arnavut garsonun hizmet ettiği bu yerde de çok güzel mezeler yedik, yanımızda getirmediğimizden ve işletmede de bulunmadığından Rakı yerine şarap içtik bu akşam.Çok içtik, çakırkeyf biçimde kalktık.
Teknelere dönüyoruz. Bu kez Komodorun kullandığı bizim araç arkada. Messeria’da öndeki araç sağ sinyalini verip durdu ve kalktı ise de bizim araç durdu, kalkmadı. Hadi bi de biz bakalım şu bara dedik ve girdik. ‘Güzel’ bir yerdi, lakin sabah erkenden yola çıkacak olmamız sebebiyle çok kalmadık içeride. Bir de bizden sonra bara gelen yaşlı bir amca bütün ilgiyi üzerine çekince onu izleyip, birer kadeh bişey içip kalktık. (OMERTA)
25 Ekim – Santorini…Sabah erkenden kalktık, 6 gibi. Ancak hava karanlıktı hala. Limanın girişindeki sığlıklar sebebiyle aydınlıkta çıkış yapma kararımız sebebiyle bir yandan havanın aydınlanmasını beklerken öte yandan kahvaltımızı yaptık. Havanın aydınlanmasıyla, hedefi Rodos olan uzun yolculuğa başladık. Akşama kadar seyir yaptık hafif bir rüzgar ile. Akşam Sirna adasında birkaç saatlik bir mola verdik yemek ve dinlenme için. Avior bizden önce koya yanaştı. Bu seyirde rotanın belirlenmesi derecelerin tutturulması ile ilgili kimi güçlüklerimiz oldu. Önde ve bizden daha açıkta olan Avior telsiz ile kaç derecede olduğumuzu sordu, bizim derecemizin onların işine yaramayacağı açık olduğundan telsizleri konumları alınıp koya yanaşmak için gerekli rota Komodor tarafından saptanarak bildirildi. Sonradan anlaşıldı ki bu işler bir parça gerilim de yaratmış…Neyse bu fasla sonra gelelim.Sirna’da koyda diğer tekneye aborda olduk. Koyda bir tekne daha vardı: Türk bir kadın ile Alman bir adam dört aydır yoldalarmış bu tekne ile. Kuzey denizinden çıkmışlar Antalya’ya gidiyorlarmış. Kadın bizim Avior ekibini görünce Türkler ile karşılaşmanın verdiği coşku ile karşılamış bizim ekibi. Süt istemişler. Almak için adam geldi, adı Manfred. Koca bir şişe şarap getirdi hediye olarak, biz de Rakı verdik kendisine. Hemen tepesine dikti ise de bilyalı kapak engelledi eski usül içmeyi. Bir süre sohbet ettik, sonra geçti kendi teknesine. Akşam yemeği her iki teknede ayrı pişti, ayrı yendi.Yan yana idik aslında lakin mekanın darlığı sebebiyle böyle yapalım denildi. Bizde Şevket’in pilavı ile Celal’in konserve kuru fasulyeyi sucuklandırarak yarattığı yemek yendi. Aviorda ise sucuklu yumurta ile makarna. (Sucuktan bıktık bu arada…) Muhteşem bir gökyüzü vardı. Açık gökyüzünde yıldızlar pırıl pırıldı ve koyun sessizliği aslında hepimizde burada gecemle isteği yarattı ise de Rodos’a daha çok yolumuz vardı ne yazık ki…Akşam 21’de yeniden yola çıkıldı. Gece seyri yapılarak ertesi gün öğleye doğru Rodos’a varılması planlandı. İlk gece seyrine göre çok daha rahatız hepimiz. Açık deniz, güzel bir rüzgar, az dalgalı bir deniz. Gece seyrinde güvertede en az iki kişi uyanık kalsın şeklinde bir planlama yaptık, güvertede can yeleği giymeyi zorunlu tuttuk. Üçümüz üzerimizde can yelekleri ile güvertedeyiz, Celal CP’da rota belirliyor. Rotaya ilişkin olarak Avior le iletişimimiz bizim telsizin azizliği sebebiyle oldukça kesintili oldu ve sonuç olarak bizi izlemelerinde karar kılındı. Rotamız Sirna’nın güneyinden başladı, doğusundan devam edip Tilos ile Hakli arasından Rodos’un kuzey ucu.
26 Ekim -Rodos
Sorunsuz bir seyir ile öğle saatlerinde vardık Rodos’a. Mandrake limanında yer bulmak sezon dışı olmasına karşın büyük sorun. Bulduğumuz bir yeri Avior’a verdik biz de diğer bir boşluğa yanaşacağız ancak bizim bulduğumuz yere yanaşmamıza izin verilmedi. Liman içinde attığımız turda limanın Rodos kıyısında kalan yerde bir boşluk vardı, teknelerin yıllık kiraladıkları bir yer imiş. Boşluğun yanındaki tekneden çıkan biri önce olmaz dedi sonra çağırdı yanaşmamız için. Güzel bir biçimde kıçtan kara yapıp tonoz aldık, bağlandık. Eyüp gece boyu güvertede tilki uykusunda sadece bir iki saat kalabilmiş olmanın verdiği ağırlık ile derhal uyumaya başladı. Biz de Rodos’u gezmeye çıktık. Şevket, yakın yerleri gezdi ve teknede kaldı. Rodos Şovalyeleri tarafından yapılan ve günümüze sapasağlam biçimde kalabilen devasa kale içini gezmeye koyulduk. Bu arada alışveriş yapacağız. Üzerinde Rodos yazan bir iki tişört alalım diye girdiğimiz bir dükkanın sahibinin Türk olduğunu öğrenmek şaşırttı bizi başlangıçta. Buraların 400 yıl bizimkilerin egemenliğinde kaldığını düşününce, adadaki Türk sayısının azlığı dikkat çekici geldi bu kez. Söz konusu Türk, ortaokulu Aydın Ortaklar’da liseyi Ortaköy Öğretmen lisesinde okumuş kültürlü biri. Oğlu ile birlikte bu dükkanı çalıştırıyor. Akşam için yemek yiyecek yerlerin önerisini aldık ve burada tavernanın Türkiye’deki anlamından çok uzak bir şekilde eğlence mekanı değil lokantayı ifade ettiğini öğrendik. İki lokanta önerdi biri yakınlarda turistik diğeri ise taksi ile gidilen bir yerde yerlilerin de gittiği bir Rum lokantası. Arkadaşlara önereceğiz.
Adamın anlattığına göre bizimkiler bir zamanlar adada çoğunluk iken şimdi çok küçük bir azınlık halinde kalmışlar (80 bin nüfusun 5 bini gibi). Geçen yıl Türk ilkokulu da kapanmış ve ‘çocuklarımız artık Türkçeyi öğrenecek bir yer bulamıyor’, yakınmasında bulundu. 5-10 dakika süren sohbetimiz sonrası bizi uğurlarken çevredeki cami, çeşme gibi yapıları anlatıp “Burada ne görürsen bilki senin dedelerin yaptı” derken gözleri yaşardı. Anladık ki azınlık olmak ya da öyle hissetmek zor iş…
Giysi alışverişimizi yapıp yukarı doğru yürürken bir içki dükkanının kapısında bizimkileri (Özcan, Eyüp, Bülent) gördük, içki alıyorlardı. Oranın sahibi de Osman adında bir Türk. Yüklüce içki aldık ancak bu ağır şişeleri nasıl taşıyacağımızı hiç bilemiyoruz. Buralara taksi de girmiyor. Bülent yaklaşık 20 ben ve Ünal da 10’ar şişe aldık. Bunları tekneye taşımamız gerekiyor. Yolu tarif ettiler. Çıktık yola, içkiler gittikçe daha da ağırlaşıyor ve biz yanlış yoldayız. Geri dönsek yol iyice uzayacak. Neyse uzun ve sık molalı bir yolculuktan sonra tekneyi gördük. Teknenin hemen dışında Şevket genç biriyle konuşuyor adam cep telefonu ile bir yerlerle görüşüyordu. Belli ki bir aksilik var.
Bizim bağlandığımız yerin sahibi gelmiş ve bizim çıkmamızı istiyorlar. Gerçekten de açıkta bekleyen bir tekne var. Eyüp’ü uyandırıyorum. Tonozu bırakıp halatları çözüyoruz ama adamların tutumları da can sıkıcı. Liman görevlisi olan bir genç adam motosikletle gelip çıkmamız gerektiğini bir kez daha söylüyor ki zaten biz çıkış hazırlığındayız. Liman içinde yer bulabilir miyiz diye bakınırken motosikletli genç adam kıyıdan bizi takip ederek liman dışına çıkmamız için sesleniyor, zira yer yok. Çıktık limandan, Mandrake’nin hemen arkasındaki diğer limana yanaştık. Aslında büyük gemilerin yanaşması için yapılmış olan bu liman neredeyse bomboş ancak burada yanaştığımız yerdeki kıyı tekneden yukarıda kaldığı için pasarelanın konulmasında zorluk yaşanıyor, neyse. Bandıramızdan dolayı böyle davranıldığına ilişkin sözler varsa da ortada haklı olmadığımıza göre bizim oradan çıkartılmamızdan böyle bir sonuç çıkartılmaması gerektiği düşüncesiyle Türk Yunan dostluğunun bozulmasını önlemeye çalışıyorum. Ne de olsa yakınlaşma isteği içindeyiz. Keyfimizin kaçmasına izin vermeyelim diye düşünüyoruz ve hemen bu işten bir espri yaratıyoruz: “Bizim tekne yanlış park ettiği için çekildi ve polise 120 E. ceza ödedik”
Teknede oturup sohbet ederken bir iki yudum bir şeyler de içiyoruz tabii ki. Keyifli bir sohbet sürerken yanımıza yanaşan teknedekilerin de Türk olduğunu, üstelik İstanbul Tabip Odasının bir eski yöneticisi doktor hanımın da aralarında olduğunu öğrenmek “Dünya küçükmüş” dedirtiyor.
Bu arada Kaptanlar (Burhan-Eyüp) ve Ünal birlikte bizim Yunanistan’dan çıkış işlemlerimizi yapıyorlar. Zorlu bir bürokrasi var burada. Oradan oraya koşturuyorlar bizimkileri ama azimle çözdüler b işi hem de Simi de 240 E. Verdiğimiz iş için sadece 20 E. vererek! Teşekkürler.
Akşam, bizim Türk’ün önerdiği Rum lokantasına gidiyoruz. Küçük bir lokanta ve neredeyse tümüyle dolu. Rezervasyon da yaptırmadık. Dokuz kişi olduğumuzu söylediğimizde 10-15 dakika sonra bir yer ayarlanabileceğini söylüyorlar, bekliyoruz. Aradan bir iki dakika geçtiğinde yerimizin hazır olduğu söylendi girdik içeri. Bizim masa yerleşimimizde önce bir sigara krizi çıktı, Burhan sert biçimde Bülent’i sigara konusunda uyardı. Bülent arka masada içenleri göstererek savuşturdu bunu. Ardından yanımızda getirdiğimiz Rakıları içmeyi teklif edelim diyen Burhan’a buranın bu teklif için uygun bir yer olmadığını söyledik ben ve Ünal. Burhan kızdı tabii ki. Nerde nasıl davranacağımı bilirim filan diyerek bizi püskürttü. Kısa bir çatışma sonunda teklif edildi ve olumlu karşılandı. Ben ve Ünal yine de kuyruğu dik tutup Uzo içtik tabii ki (güzeldi de doğrusu). Kısa zamanda aştık gerilimi ve muhteşem mezeler yedik güzel sohbet eşliğinde. Sübyeli patlıcan muhteşemdi… Ufaktan bir iki şarkı da söyledi bize Özcan. Keyfimiz yerinde kalktık lokantadan.
Eee, şimdi nereye gidiyoruz. Tabii ki gündüzden adres alınmış yerlerimiz var elimizde. Bir striptiz bara gitmeye karar veriliyor. Gitmek istemeyenler taksi ile teknelere dönüyor. Striptiz bara da gidiliyor, başka barlara da. Ne de olsa gavur ellerinde son gecemiz. Eğlenceli bir gecenin sonunda teknelere dönüyoruz. Bir kısım zayiat ile. Onlar da sonra dönüyor. OMERTA
27 Ekim - RodosSabah erken çıkıp karşıda Çiftlik koyunda denize girmek ve akşamüzeri Marmarise gitmek üzere karar veriyoruz. Sabah 7 gibi yoldayız. Rüzgar ve dalga fazla. Mümkün oldukça yelken yaparak ilerliyoruz. Bu arada sarsıntı öylesine fazla ki teknede kahvaltı filan yapamıyoruz. Deniz restoran’da yazın da güzel yemekler yemiştik, kartları da vardı bende ama Ankara’da. Neyse ki sekreterim imdada yetişti de bulduk telefonu. Yolda Hayrettin beyi arayıp bizim için çorba pişirmelerini istedik. 4-5 saatlik bir seyir sonrası Çiftlik koyundayız. Güleryüzle karşılanıyoruz ve yardımlarıyla rahatça bağlanıyoruz iskeleye. İki tekne daha var iskelede. Bodruma gitmeye niyetlenmişler ancak Bozukkale’den hava muhalefeti sebebiyle geri dönmüşler… Evimizde gibi hissediyoruz. Hava güneşli deniz durgun. Çorbanın hazır 5-10 dakika sonra ekmeğin de pişmiş olacağı söyleniyor. Hemen denize atlıyoruz. Kısa bir yüzme faslından sonra Eyüp ile birlikte lokantada çorbalarımızın başındayız. Nefis. İkinci tas çorbamızı da içiyoruz afiyetle ve öğle yemeğinde 2,5 kg. bir deniz çuprayı götürmeye karar veriyoruz. Bu arada Avior da geldi, yanaştı. Denize girip çıkan çorbaya yanaşıyor… Keyfimiz yerinde.Öğle yemeğinin hazırlanmasını beklerken kasa görevinde olan Burhan hesapları çıkartmaya oturuyor yanıma. Uzun uğraşlar, Hayrettin bey ve garson Feridun’un gülmemek için kendilerini zor tuttukları, kimi zaman da tutamadıkları dakikalar sonrasında hesabı bir parça çıkartabiliyoruz. Feridun şaşkın “herkesin herkesten alacağı var” deyip gülüyor. Ayrı ayrı tekne hesapları da çıkartılıyor ve Burhan’ın “Bi daha bu işi yapanı…” duyguları eşliğinde paraları kısmen tahsil ediyoruz.Saat 14. Balık salata rakı: her şey hazır her şey tamam… Çınlattık kadehlerle ortalığı. Tatilin sonuna geldik ve yaşananların mavrası yapılıyor tabii ki. Sürekli olarak “Olum küfretmeyin lan burası Türkiye, bak Hayrettin hanımı da burada, ayıp oluyor” uyarıları eşliğinde hatıralar tazeleniyor…Hayrettin beye teşekkür ettik yemekler için, yeniden görüşme dileğimizi vurgulayıp 16 gibi Marmaris’e doğru yola çıkıyoruz. Hava güzel, bazen sağanak rüzgar oluyor. Pazartesi günü yat yarışları olduğu için ortalık yelkenli kaynıyor. Rüzgarın tadını çıkartıyorlar. Biz de yelken yapıyoruz. Bülent de bizim teknede. Teknemiz neredeyse 45 derece yatıyor rüzgardan. Keyifli, sohbeti güzel bir yolculuk sonrası Marmaris Albatros Marinadayız. Geldiğimiz yere döndük, netekim.Akşam yemeğini Burhan ayarladı. Marmarisin biraz dışında bir et lokantası. Güzel büyük bir yer güzel mezeler ile etler yedik, tabii ki, Rakı içtik. Muhabbet ettik. Her zaman olduğu gibi sıcağı sıcağına tatilin değerlendirmesi yapıldı. Değerlendirmelere damgayı iki husus vurdu: Birincisi Burhan’ın Bülent’e ilişkin hayal kırıklığını açıklamış olmasının Bülent’te yarattığı tepki (!) diğeri ve asıl olanı ise Deniz’in kendi hayal kırıklığının/karşılanabilecekken karşılanmayan beklentilerinin sebebi olarak kaptanlar arasında iletişim kopukluğu ve dirayetsizlik olduğunu vurgulaması oldu. Uzun süre bunun haklı olup olmadığı konuşuldu. Geziye ilişkin genel izlenim rotanın belirlenmesinde bu derece seyir ağırlıklı planlama yapılmasının yanlış olduğu işin tatil kısmının da gözetilmesinin gerektiği yönünde oldu.
Bence gezinin hiç bitmeyen tartışma konusu “Orhan Pamuk’un Nobel alması” esprisi ise “Seneye 9 günlük bayram tatilinde tekne ile Tunus’a gidiyoruz üç saat kalıp geliyoruz!” (Özcan’dan)
Yeni bir tatilde buluşmak umuduyla, sevgiler
Mustafa Güler

Hiç yorum yok: