29 Eylül 2007

Göcek Koylarında bir sonbahar gezisi...


2005 yılı Kasım ayının ilk günlerinde 9 kişi 2 tekne ile yaptığımız Göcek gezimiz...
(Dr.Arif Müezzinoğlunun kaleminden )

Biz Mustafa ile beraber Ankara’dan yola çıkıyoruz, Afyon’da Burhan’ın arabasına terfi ediyoruz ve bizim tatilimiz de başlamış oluyor.İlk akşam Gökova-Akyaka’da ilk rakı-balık olayına kaynak sularının denizle buluştuğu bir yerde giriyoruz, Burhan’ın ayarladığı pansiyonun sabahında gene Burhan’ın hafızasının yeme-içme bölümünden, herkesin bir kaç kere doyacak kadar çok yediği kahvaltı mekanı Akçapınar köyünden 11’e doğru ayrılabiliyoruz, nihayet Göcek yoluna çıktığımızda Özcan’ın “neredesiniz?” telefonu geliyor.Burhan gene bizi arabasında kuş gibi uçuruyor.
Skopea marinadayız, Reyhan, Eyüp, Celal, Deniz ve Özcan’la buluşuyoruz, tekneler birbirinden güzel ve Reyhan dışındaki kaptanlar brifing yapmaya başlamışlar. Göcek’e Dünyanın en güzel yeri diyen EGG sorumlusu Sait bey ile toplantı sürerken bir alt grup su-alkol-yiyecek stoklarını tamamlamaya girişti, bu sırada ekibin finans sorumlusu da bulunmuştu:Mustafa kaptan.
Eyüp kaptan, Özcan kaptan, Mustafa kaptan, Serhat kaptan ve Reyhan’dan oluşan 32 feetlik Malestha V ekibi önce çıkışını gerçekleştirdi.Aslında diğer tekneden önde çıkışı nerdeyse tüm gezi boyunca “önce çıkmak”, “önce varmak”,”daha hızlı gitme” biçimlerinde iki teknenin ilişkisinin bir kaderi halini aldı. Diğer tekne 33 feetlik Athena’nın ekibi Arif kaptan, Burhan kaptan, Deniz kaptan ve Celal kaptan’dan oluşuyordu.


İlk günü Göcek’in koylarını ardarda görmeye çalışarak geçirdik.İrili ufaklı 35 kadar koy var, tüketmek ne mümkün, ilk akşam Göbün koyundayız, en güney uçtaki, antik yerleşim izleri olan yörenin en korunaklı koylarından biri, iskeleye yanaşma serüvenimiz özellikle bizim teknede hep olduğu gibi herkesin aktif katılımıyla gerçekleşiyor ama uyum içinde olduğumuzu söylemek pek mümkün değil, öte yandan, tonozlu iskeleye kıçtan yanaşan en iyi tekne biz değiliz belki ama kıçtan yanaşamayıp, burun yanaşmak zorunda kalanlardan da değiliz. Rakı-balığı Sadun Boro’da en övülen yer ama belki sezon sonu diye biz pek iyi bulmuyoruz, buna karşılık denizdeki ilk gecemiz gerisinin ne önemi var, akşam gezinin tek “tekne teorik çalışmasını” yaptık, tahmin edileceği üzere mevzu kısa sürede yön değiştirdi, sabahleyin koyun arkasındaki Göcek ve Fethiye körfezlerine hakim tepeye gezinin tek uzun yürüyüşünü ve sporunu yörenin akıllı köpeği(ama zaman zaman bizi korkutmadı da değil, özellikle bu satırların yazarının diaresinden faydalanıp istemsiz abdest bozdurmasına bile yol açtı) eşliğinde yaptık, ekibin nerdeyse tamamı emek yoğun işlerde-bekleneceği üzere- pek hevesli değil, buna karşılık Celal kaptan birçok başka seferde olduğu gibi tüm ekibe holistik bir kahvaltı hazırlıyor, deyim tahmin edileceği üzere Özcan kaptan’a ait, burada kutsal anlamında kullanılıyor ancak sonraları deyim ekip tarafından benimseniyor ve değişik anlamlarda kullanıldığında da kimse garip karşılamıyor, elektriğin ve lamba ışığının nerdeyse hiç olmadığı körfez gecelerinde gökyüzü iyice parlıyor ve konu hakkında en bihaber olanımızın bile ilgisini çekiyor, ancak konunun uzmanı sayılabilecek olan Deniz kaptan TK *** sayılı bir Dalaman kalkışlı bir uçağı Mars’a benzetince ipler kopuyor, makaraları tutmak mümkün olmuyor, Deniz kaptanın kırmızı çizgilerini darmaduman eden dağılış sürecini de tetikleyen olay oluyor, öyleki, gezi boyunca öğrenmeye yönelik gökyüzü sorularını bile artık içtenliğine inanmaz boş gözlerle bakarak karşılıyor.
2. günümüz ilk ciddi yelken denemelerimiz, öğlen Tersane adasının Tersane koyu, akşamı Sarsala koyundayız, mezesi en - özellikle patlicanı- bol restoran diyebiliriz, sabah kahvaltısı diğer ekipten elbette gene holistik, ilk iki gün bizim ekip Sait beyi iki kez arayarak, derinlik ölçerin belli bir derinlikten sonra sapıtmasını ve yelken yaparken vites kolunun boşta tutulmamasının gerektiğini öğreniyoruz.
3. gün pazartesi, diğer ekibin sonradan önemsiz olduğunu öğrendiğimiz arızası üzerine marinaya gitmesi dolayısıyla tekbaşına seyirle başlıyor, hiçbirimiz balık almak için bir kıyıya zorlukla yanaşırken aslında Deniz kaptanın ikinci büyük gafına imza attığımızın farkında değildik elbette ama tarihsel süreç akıyordu, onu durdurmak mümkün değildi, bilmeyenlerin –benim gibi- pek anlamadığı ama bilenlerin bunu Deniz kaptanın nasıl yaptığını bir türlü anlayamadıkları, bir karadeniz balığı yerine tombik isimli balığı almıştık birkere, akşama Celal kaptanın uzun kızartma çalışmasına karşın kimse yiyemedi, Eyüp kaptan yesinler diye attığında kediler bile hızla bölgeyi terketmişler, günün ortasında Göcek’in tek doğal kumsalı olan yassıcalara bağlanma bunalımını yaşadık, Deniz halatı kıyıya rüzgardan dolayı ulaştıramadı, botu indirmeyi akıl edemedik, sonuç olarak kıyıya bağlanamadık, demir attık, makarna yaptı, ve peynirle şarap içtik, zaten akşam konaklamak için de sevmemiştik, ayrılıp başka bir yer aramaya çıkınca diğer ekiple karşılaştık, yelkenle yarış yapalım ve geç oldu motor yapalım kararsızlığı ekipte gerginliğe yol açtı, sıkıntısını karanlıkta son anda karar verilip girilen Tersane koyuna 1.5-2 saatte riski yüksek bir demir atmayla çektik.
Salı günü uzun turumuz başlamıştı, önce Katrancı koyu molası, sonra Fethiye girişinde Şovalye adasına kadar tur bindirilerek kaybettiğimiz yarışın diğer tekneye dönük tarafı, galibiyet doyumu ve haliyle yelken yeterli gelir, marinaya girerler, biz mağluplar ise yelkene devam ederiz, Kızıl adayı yelkenle döneriz, akşama biz de Ece marinadayız, yıkanma-traş, havuzlukta viski gibi lüks marina yaşamı ve akşam balık pazarındayız, malum süreç balık seçimi konusunda Serhat kaptanı öne çıkarmış durumda, o da bu yetkiyi kullanırken kimseyi mahçup etmiyor(belki birimiz hariç) bütünlüklü(holistik) kalamar başlı başına bir yazı konusu, geçiyoruz, gezi boyunca futboldan kopamıyoruz, bırakın televizyonu, digitürk bile her koya girmiş, salı gecesi Fenere iki tane koydular, üzülenler kadar sevinenler de oldu doğal olarak, konu Fener olunca, AB, Türkiye doğrultusundaki saflaşmanın anlamını yitirip, yeni bir boyut kazanması bir yana, herkesin katıldığı, sonuç ne olursa olsun bu düzeyde bir futbolu bizlerin seyrine sunan Fener’e duyulan şükran duygularıydı, sesli ifade edemesekte.
Çarşamba sabahı Reyhan’ın ekipten ayrılışını öğreniyoruz, bizim tekneden köken alan, akşamları tüm masayı saran irtifa kaybına bu kadar dayandığı için hepimiz Reyhan’a sessiz takdirlerimizi sunuyoruz, ardından ismini bir Osmanlı askeri pilotu olan Fethi beyden alan Fethiye turu, her çeşit börekten oluşan kahvaltı, kıyıları, otelleri seyrederek motor sonra da İblis burnu, aynı rotayı farklı tekniklerle aşan iki ekip, biz kıyıdan epeyce açılıp, Kelebekler vadisinden daha da güneye inip, tek kavança atarak kıyıya inişimize karşılık, onların kıyıdan sayısız kavança atarak seyretmeleri, her iki ekibin diğerini merak etmesi, ayrıca bir yabancı tekne ile kurala göre geçiş üstünlüğümüzün olduğu, buna karşılık yol vermeyip bize yaklaşmasına karşın, bizim de manevra yapıp kaçmamız yada rotadan sapmadan devam etmemiz konusundaki kriz bu seyrin önemli anısı, Karacaören koyunda gene Malesta V bizi güzelim makarna- şarap hazırlığıyla bekliyor, ardından aborda olan iki teknenin ayrılması gerekiyor ve en fazla yabancı turistin olduğu, hepsini iyi yerlerde okuttuğu 4 çocuğu olan, arkeolojik kemanı marifetiyle bize müzik dinleten, bir eski sünger dalgıçından ilginç deniz efsaneleri eşliğinde gezinin en kötü yemeğini yiyoruz.
Perşembe günü bayram, Özcan’ın hassasiyeti kadar olmasa da hepimiz için önemli, traş olanlarımız, koku sürenlerimiz var, ama o da ne?Ezan sesi, Özcan ezan okuyor ve ardından diğer teknedeki ekip bayram namazı kılıyor, bu mubarek durum karşısında durumu ortalayamayan çevredeki teknelerin AB üyesi yurttaşlarının bakışları arasında Deniz kaptan denize atlıyor iki tekne mürettebatının bayramlaşması ve kahvaltı için tekneleri yüzerek, kulaç marifetiyle birbirine çekip bizi tekrar aborda ediyor, bu durum Ali Rıza’nın geçen tatilde Deniz kaptanın elinden herşeye rağmen ucuz kurtulduğu yorumlarına yol açıyor, bu dalış sırasında Deniz’in 1/3’ü olmayan bir balık görmesi ve onu hareketleriyle taklit ederek tarif etmesi derin deniz bilgisini bir kez daha kesinleştiriyor, ardından Ölüdeniz, botla kıyıya çıkılıyor, dönüşte Eyüp kaptandan beklenmeyecek manevralar başlıyor, önce uzun süre boğup çalıştıramaması, sonra da herkesin şaşkın bakışları arasında botu sürekli 360* döndürmesi, neyse Eyüp kaptanın tayfalarda yarattığı ilk hayal kırıklığı değil bu, daha evvel Cumhur kaptana benzer bir rota izlediği öğrenilerek sevenlerini düş kırıklığına uğratmıştı ve Göcek’e dönüş, gezinin en sert havası, üstüne yağmur, gene de iyi bir seyir oluyor, ama Burhan kaptanın “çok gevşediniz” uyarısı diğer üyelerde “nutk tutulması” durumlarına yol açıyor, herkesin heryerine kadar ıslanması sonrasında Manastır koyuna yanaşıyoruz,
sadece kuruluk istiyoruz, ama yaşanan en güzel anların aslında onları en az beklediğimiz zamanlarda karşımıza çıkması biçimindeki hayatın garip diyalektiği bir kez daha gerçek oluyor, bir büyük ateş eşliğinde, bir dolu kadın sesi duyuyoruz anlamadan dinliyoruz aslında, elbette bazılarımız durumdan vazife çıkartıyorlar, özellikle Burhan atak oynamaya başlıyor, hatunlardan birisi çevresi sınırsız geniş olan Özcan’ın hısmı çıkıyor ve setler çekiliyor, ama tarafları durduracak güçler çok yetersiz, iki masada oturan insanlar kısa zamanda, ateş etrafındaki daireye dönüşüyor ve uygun bir potansiyel görünce kitlenin duygularını nerdeyse elle tutulacak kadar yoğunlaştırma ustası Özcan kaptan, yada Özcan dayı (yada doktor dayı) alıyor sazı eline, derken, nerden aklına geldiyse “dönülmez akşamın ufkundayız” şarkısı ile yerlerinden kıpırdayan hatunlar, Eyüp’ün Makber isteğiyle bozguna uğrayan ordular gibi ricat ediyor, Burhan yataklarını şişirip, çeşitli atraksiyonlar deniyorsa da para etmiyor, teknede kaslarımızı ağrıtacak kadar gülüyoruz, gülünecek halimize.
Bayanlar oraya kadar kano ile gelmişler, bizim ekipten bazı arkadaşlar, biz de denemek isteriz diyerek kano sürüşleri yapıyorlar, Mustafa ile Burhan nerdeyse devrilmenin imkansız olduğu kanolarını deviriyorlar ve kızların açıkça etkilendikleri sonradan çok belli olan bir kurtarma operasyonu ile kurtarılıyorlar, sonuç olarak zor da olsa akşama doğru ayrılıp biraz yelken yapıp, son gecenin son koyuna, Bedri Rahmi koyuna geliyoruz, Taşyaka koyunda ekibin geleneksel değerlendirme toplantısını gene ciddi ve verimli bir biçimde icra etmesinden sonra artık tatilin sonuna gelmişti.
Ctesi, son kez yüzüp, 74 yılında Bedri Rahmi’nin yaptığı resmi ziyaret ettikten sonra motorla dönüşe geçtik, marinaya yanaşacak olan Burhan kaptan idi, ne yazık ki beni derin bir hayal kırıklığına uğrattı, savunma refleksi kokan bu düşüncemde herhangi bir abartma yoktur, önce salmasını sonra da pervaneyi bağlı teknelerin tonoz halatına takan, marinadaki EGG görevlilerinin telaşlandırıp, koşuşturmalarına yol açman son günün son manevrasına yakışmadı ama neyse, bizim teknenin daha az mazot harcadığı dolayısıyla daha çok yelken yaptığı (belki bazı kritik seyirlerde sadece yelken yaptığı) bilgisini, Malestha ekibinin Can restoranda hazırladığı gezinin son rakı-balık masasında ilk kadehimi içerken alıyorum, Deniz ve Burhan duşa giderlerken, Celal ile ben oturuyoruz, sonra ayrılıyoruz, onlar uçuyorlar, eh biz de uçuyoruz, Pazar sabahı 02-03’te evlerdeyiz...

Aklıma gelen bölümüyle sevgili kaptanların ilgisine, bilgisine sunulur, ekleme, değiştirme ve de geliştirmeniz amacıyla, geç kaldığımdan ötürü affınızı dileyerek yazımı bitiriyorum..

27 Eylül 2007

2007 Gökova Gezimiz... (devamı)


 2007 yılında yaptığımız Gökova gezimizin Sevgili Aydan Müezzinoğlu tarafından kaleme alınmış notlarını eski gezi notlarım arasında bulunca sizlerle paylaşmak istedim...

http://eyupogan.blogspot.com/2007/09/gkova-gezisi.html yazısının devamıdır.
Sevgilerimle
Eyüp

3.GÜN-24 TEMMUZ-SALI:
Teknenin üzerine güneş doğar doğmaz güneşi içinde hissediyorsun ve erkenden uyanıyorsun.K.A.’dakilerin (K.A: Küçük Aristokratlar) ne yediğine yine çaktırmadan bakarak Küfre’ye doğru yola çıkacaktık ki çıkamadık, Mehmet B.H.’ların (Büyük Halkım-Komodor teknesi) teknesine transfer oldu.B.H. ve K.A. bizden önce halatlarını çözdüler, Dicle denizin içinde halatın düğümü çözecek ama çözemiyor. Bu canavar ağacın bize kesin garezi var,şimdi de bırakmak istemiyor. Düğüm çözmeyi becerebilirmişim gibi ben de şansımı denemek için Dicle’ye yardıma gittim ama çözülmüyor işte. Mustafa,nasıl düğüm atmak öyle üstadım? Euro’ların yarısını vermeyeceğiz. Bu arada, Ali Rıza’da teknenin demircibaşı olarak teknenin ucunda demir ile cebelleşiyor ve kaç metre kaldığını bağırıyor ama metre düşünecek durumda değiliz. İskender neredesin? Bize kılıcın lazım. Arif Kaptan anında kriz masasını kurdu ve Dicle ile beni tekneye çağırdı,biz de kuzu kuzu tekneye yüzdük ve Arif Kaptan risk değerlendirmesi yaparak kendini denize attı da akıntının riskten haberi yok. Arif düğümü çözerken Dicle,Dilek ve ben teknenin arkasında Arif’ten uzaklaştığımızı farkettik-demir daha çıkmamıştı-tekne aldı başını gidiyor, Arif kaldı ve benim dizlerimin bağı çözüldü. Tekne kendi ekseni etrafında dönüyor ama akıntıdan ve şaşkınlıktan dolayı bize tekne yollara düştü gibi geliyor. Sağsalim kurtulursak adak kesmeyeceğim ama herkesi yılbaşında davet ederek nuar pişireceğim. Arif Kaptan yüzmeye başladı ve kısa mesafede bir yüzme rekoru kırarak kendini tekneye ve dümenin başına attı. Hepiniz yılbaşında nuar yemeye bize davetlisiniz.
Aldığımız ders’Her ne olursa olsun Kaptan tekneyi terketmeyecek.’Ali Rıza halen demirin başında kendi kendine birşeyler yapıyor.Arif Kaptan ile sonunda konuşabildiler ve demir işini de hallettik ama Ali Rıza demirde sorun olduğunu söyledi,ilk durduğumuz yerde bakılacak.
Sakinleşmek için en iyi yol yemek. Küfre’ye kadar yiyip-içiyoruz. Küfre’de demire bakılıyor ve yeni bir risk yaratmamak için bundan sonra B..H.’ların teknesine aborda olmak uygun bulunuyor. K.H.’ların nüfüsu gitgide artıyor, bütün çocuklar orada. Rotamız Yedi Adalar, Uzun Liman ve Okluk. Akşam yemeğinin teknede yenmeyeceği belli, ilk hedef Okluk. Aborda olmak işini çok sevdik, komşu komşu ne iyi oluyor. Aynı mahallede oturuyormuşuz da pencereden pencereye birbirimize sesleniyoruz gibi, hem muhabbet edebiliyoruz, hem de çay, kahve, yemek servisi kolay oluyor. El değmemişliğin dinginliği her koyda mavinin bildiğimiz ve bilmediğimiz her tonunda bizi kucağına alıyor. Buradaki koyların hepsi kadın olmalı, nasıl da nazlı nasıl da gizemliler. B.H.’da yine bir makarna telaşı var, sağolsunlar çocuklarımızın karnını kalabalık-patırtı demeden doyuruyorlar. K.A.’da dünküne göre masaya daha küçük bir tencere geldi, rivayet dün akşam nuarın hepsini bitiremedikleri yolunda. Özlem, sağolsun halimize acıdı da bir kahvesever olarak fincanlarını bize verdi. Her deniz sefası yapışımızda Gönül’ü birdenbire bir telaş alıyor ve tekneye doğru yüzer adım koşturuyor. Nice sonra Burhan Kaptan’ın başı köpüklü görüntüsü ile Gönül’ün tekneye çıkış anı ile eline keseyi alış süresi arasındaki görüntüyü çakıştırınca, telaşın nedenini anlıyoruz. Burhan Kaptan bizim anlayamadığımız bir işaret dili ile Gönül’ ü kese yapmaya çağırıyor. Haydi hayırlısı.
Ne zaman baksam Küçük Prenses Rengin’de suların koynunda annesinin kucağındaki kadar mutlu, yüzüyor. Çocuklar bot ve halat ile çığlık çığlığa yeni oyunlar türettiler.

Akşam üstü Okluk, denize ve Gökova’ya sevdalı Sadun Boro tarafından heykeltraş Tankut Öktem’e yaptırılan denizin ortasındaki mahzun denizkızı heykelini- tam da başının üzerinde bir martı konmuş-görüyoruz. Unutulmamak üzere içimizde biryerlere çakılıyor.
Kaidesinde Sadun Boro’ya ait şu sözler yazılı: ’Bu denizkızı,düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için nice engin denizler,ufuklar aştı.Kıtalar,adalar,koylar dolaştı.Ta ki Gökova’ya ulaşana kadar.’ Sessizlik-lütfen-denizkızını ürkütmeyelim, bakarsınız akşam ziyaretimize gelir de herkesin düşlerine bir tutam saçlarından dökülen ışığı serpiverir.
Okluk’ta iskeleye bağlanıyoruz, kadınlar çocukları da zorla yanlarına alarak sıcak duşa koşuyor. Elektrik ve su alınacak ama elektrik girişleri bizim tekneye uymuyor, K.H.’da da aynı sorun yaşanmış. Bir girişli-iki girişli-Celal’in deyimi ile –dişisi-erkeği-kablonun her türlü olası girişi denendikten sonra Arif Kaptan Argolis’in sorumlu adamı Orhan Bey’i arıyor. Orhan Bey hiç yardımcı olmadığı gibi konudan da uzak . Argolis’in alacak eksi puanı kalmadı çünkü artık bizim gözümüzde Argolis ölü bir şirket. Kablo krizi esnasında bütün erkekler tek tek ve farklı zamanlarda ve farklı çözümler ile geliyorlar ve mini minnacık geriliyoruz, daha sonra halimize gülmek için ara sıra gerilmek gerekiyor. Onbeş dakika kadar sonra kablo sorunsalını çözmeye yardım eden ve herkesin gidip gelmesi sırasında zamanlama hatası yaparak işe karışan ve Arif Kaptan’dan ‘Siz lütfen karışmayın’ uyarısı alan yan teknedeki adamı Celal teşekkür ederek yanaklarından şapır şupur öpüyor, herkes gülüyor.


Kadınlar teknelerden şık mı şık çıkıyor, Burhan Kaptan çoktan organize etmiş yemek işini, enfes bir lagos yiyeceğiz. Yemekte Komodorluk müessesesi masaya yatırılıyor. Arif Kaptan sık sık ayağa kalkarak halkımıza konuşmalar yapıyor, Eyüp ağır ağır gülümsüyor, Reyhan en sosyal-demokratik ‘Komodor Karısı’, Arif’e ‘Sen bizim gönlümüzüm Komodorusun’diyerek hem Arif’in gönlünü alıyor hem de asıl Komodorluğun Eyüp’te olduğunu hissttiriyor. Özcan, Burhan ve Celal bir şekilde lafı bağlayıp komodorluk müessesesini bağımlı ve bağımsız seçim ve seçmenler ile ilişkilendiriliyorlar. Ali Rıza kök nedenleri açıklıyor, söz seçime gelince Özcan ciddileşiyor. Eyüp de sonunda ayağa kalkıp demokratik seçim konuşmasını yapıyor ve anlıyoruz ki uykusu geldi.
Biz de gidelim diyoruz, Özcan, Eyüp, Mustafa, Gönül, Hatice hariç bizim tekneye gece gezmesine geliniyor-müsaitiz- ve asıl gece saat 24.00’den sonra Arif Kaptan’ın ‘Sizce Burhan geleneksel bir erkek midir,değil midir?’ sorusuna koro halinde verilen ‘Evet’ yanıtı ile başlıyor. Burhan Kaptan ’Neden ve herkese tek tek soralım en çok kim geleneksel?’sorusunu sormamış olmayı tercih ederdi ama geri dönüşü yok. Herkes-herkes derken bütün kadınlar-Burhan Kaptan’ı gösteriyor, Burhan’ın tek bir umudu kaldı-Dilek. Dilek yılların eğitimci alışkanlığı ile ‘Bence’diye söze başlıyor, Burhan’ın yüzü biraz aydınlanıyor ama Dilek’ce en geleneksel Burhan. Burhan’ın yüzü kararıyor ve ‘Güvendiğim dağlara kar yağdı,halbuki ben en çok seni kendine yakın bulurdum.’ cümleleri ile Dilek’e duygusal baskı yapmaya çalışıyor ama nafile. Dilek’in kahkahaları arasında duygusallığa yer yok. Burhan artık daha fazla yıkılamayacağını düşünüyor ama yanılıyor. Tam da bu noktada,konudan hiç haberi olmayan Hatice’nin de misafirliğe geleceği tutuyor ve bağımsız aday olarak ona da aynı soruyu soruyoruz. ’Grubun içinde sence en geleneksel erkek kim?.’ Hatice hafifçe gülümsüyor ve babasına hiç bakmadan ‘Tabii ki babam’ diyor, biz gülmekten yerlere yapıştığımız için ne yazık ki Burhan ‘ın yüzünü göremiyoruz.


Burhan yılmıyor, hemen karşı taktik geliştiriyor ’Peki,en modern kim?’. Oyların hedefi aynı: Mustafa. Her Mustafa denişinde Ilgın ‘Ben en modern erkeği seçtim’ deyip şıkır şıkır oynuyor, bir zaman sonra Arif’de Ilgın’ın oynayışını modernize ederek taklit etmeye başlıyor. Çocuklar komedi filmi seyreder gibi dizilmişler ağızları açık, gözlerinde gülmekten yaşlar ile bizi seyrediyorlar. Neye güldüklerini tam bilmeseler de komik göründüğümüz belli ama tüm bu oynamalar Burhan’ın yüzünü güldürmüyor.
Ilgın hızını alamayıp oynamaya devam ederken biz en ‘Babaç’ erkeği seçiyoruz-‘Babaç’ kelimesinin kökeni ‘Anaç’tan gelmekte olup ‘Anaç kadın var da babaç erkek olmaz mı? Cümlesinden türetilmiştir-bilginize-Ali Rıza. Dicle de babasının kök nedenler başlıklı analizlerini anlatarak seçimimizi destekliyor. Arif espri üstüne espri yapıp sorularına katık ediyor. Özcan’ı kategorileştiremiyoruz, ne orada ne burada, ortalarda ama uygun sözcük yok. İkinci geleneksel Eyüp, sonra Arif, ikinci modern Celal.
Burhan-Okluk  Okluk olalı böyle yıkım görmedi-bütün olanların üzerine kendine ve bize yeniden yapılanma sözü vererek-çok takdir ediliyor ve gelenekselliğini yıkma yolunda ilk adım olarak görülüyor- yatmaya gidiyor.
Damla da tam da tekneden atlayıp yatmaya giderken ‘Sence en anlayışlı kim?’ sorusu ile karşılaşıyor ve biz teknede Damla dışarıda mavi, kapri pijaması ile ronta çıkmış ama rolünü unutmuş bir çocuk şaşkınlığı ile kalıveriyor. Herkes ona bakıyor, Damla biraz durakladıktan sonra ‘Ben sizin elinizde büyüdüm,hepinizi çok seviyorum’ deyip,kaçıveriyor.
Uykular geldi,evimizdeyiz.Herkes evine gidiyor.
Teknede doslar ile muhabbet ederken ‘EN ‘ olmaz olacaklar bile oluverirmiş gibi mutlu ediyor insanı.
Daha ne olsun?...


4.GÜN-25 TEMMUZ-ÇARŞAMBA:
Mehmet sabahın köründe gözünü açar açmaz B.H.’ların teknesine koştu. Burhan Kaptan çoktan kalkmış, soruyoruz ama gece ne rüya gördüğünü söylemiyor. İngiliz Limanı çok yakın,kahvaltıyı orada yapacağız. B.H’ın botuna çocuklar doluşuyor, İngiliz Liman’ına kadar bot ile seyahat edecekler, sevinç ve heyecandan gözleri ışıldıyor. Ne büyük macera.
Yine B.H.’a aborda olduk, yine ne iyi oldu. Okluk’taki küçük marketten alışveriş yaparken Semra’nın ve Reyhan’ın elindeki sucukları görmüştüm, -Özlem’de patlıcan alıyordu- bilgi hemen bizim tekneye aktarılıyor. Komşuda pişer bize de düşer herhalde ama Mustafa Kaptan sucuklardan haberimiz olduğunu bilmediği için ne amaç ile kullanacaklarını-özellikle- belirtmeden ‘Yumurtanız var mı?’ diyor. Bak sen,hem sucuklu yumurta yapacaklar hem de yumurtayı da bizden alacaklar. Yok öyle, yanıt gayet açık ’Siz bize sucuk verirseniz,biz de size yumurta veririz.’ Mustafa şaşırıyor ama hiç belli etmiyor. İçleri gidererek bize de bir parça sucuk veriyorlar, demek deniz üzerinde uzun vakit geçirince çıkar ilişkileri devreye girmeye başlıyor.
K.A’dakiler ‘otel kahvaltısı’ tarzlarını sürdürerek kahvaltıda meyva yiyorlar, görünce özeniyor insan, biz de soframıza bir-iki üzüm, üç-beş erik koyuyoruz ama Ali Rıza şeftalinin kokusunu 2 tekne öteden alıyor yılların dostluğuna güvenerek bağırıyor  'Bize de şeftali versenize,oğlum’. Şeftali gelecek de –hem de soyulmuş, Ali Rıza’nın gözleri yaşarıyor, dostluğun çoğu dostunun ne ve nasıl yemeyi sevdiğini bilmek değil midir?
Burhan ve Celal Ali Rıza’nın şeftalinin kabuklarına elleyemediğini ama çok sevdiğini biliyorlar ve şeftalileri soyup da gönderiyorlar-ayrıca inceliklerinin hakkını verelim güzel beyaz bir tabağa gelişigüzel değil, sıra sıra dizilmişler- aramızda B.H.’nin teknesi ve Mustafa var. Mustafa ‘Göz hakkıdır’ diyerek bize gelene kadar şeftalilerin yarısını yiyor. Olmaz ki hemşerim, K.H. halkı sessiz bir anlaşma ile euro’ları vermemeye karar veriyor.


Rotamız Hırsız Koyu,nereden bulmuşlar bu ismi?
İngiliz Limanın’dan çıkarken ,eğer ben görseydim-büyük olasılık o sırada,içeride bulaşıkları yıkıyordum-yılbaşının üzerine herkesi ayrıca yemeli-içmeli bir hafta bizim evde misafir etmeye karar verecektim, Arif Kaptan’ın Celal’in dış dünyaya ait canhıraş sesini duyup da kendi dünyasından sıyrılması ile –dalgınlıktan diyorlar- kılpayı kurtulunan bir deniz kazası öyküsü yaşanıyor. Arif Kaptan rotayı bir katamaranın içinden geçireceken son anda dümeni kırıveriyor –Celal sağol.13 Ağustos’ta demirli duran geminin üzerine tekneyi süren deniz otobüsünün Kaptanı’da ’Dalgındım’diyordu.
Hadi hayırlısı.

Eyüp Kaptan aradaki Çanak Koyu’na da uğramayı öneriyor, ne iyi ediyor da öneriyor, denize doyamıyoruz. Nedense Çanak koyundaki deniz ve maviliğin dokusu ve dokunuşu bana diğer koylardan daha farklı geliyor. Belki de gece denizkızı burada yıkandı, belki de çok az insan uğradığı için deniz sevindi de sevincini bize de bulaştırdı, bilemiyorum ama denizi içesim geliyor.
Bu arada,yolda biryerlerde gözden kaybettiğimiz K.A’ların teknesinden halen bir haber alınamadı, cep telefonlarını da açmıyorlar, telsize cevap veren yok, korsanlar mı kaçırdı yoksa? Biz artık gitmeye ve karar vermişken koyun ağzında perişan ve yorgun gözüküyorlari, yelken yapmışlar. Tebrik ediyoruz ve Hırsız Koyu’na doğru yola çıkıyoruz. Şansımızı deneyip, demirimizi atıyoruz, tutuyor. Hırsız Koyun’da ağzımızda burukluğunun doyumsuz tadını çıkara çıkara Tiryakioğlu ailesinin seçtiği özel Fransız peynirleri eşliğinde Boğazkere şarabımızı yudumluyoruz. Özcan ve Eyüp kokuyu kilometrelerce öteden alıp yılmadan yüzerek teknemize çıkartma yapıyorlar, konuklarımız ağır, kuruyemişlerimizi de çıkarıyoruz.
K.A’ların teknesinde daha öncekilere göre daha küçük bir tencere masaya geliyor. Akşam öğreniyoruz ki, Özlem aldığı patlıcanlar ve dolapta buldukları ile-dolapta bulunanların arasında kekik bile var- zeytinyağlı bir yemek yapmış, afiyet olsun.
B.H’da yine makarna var-ama bu sefer ton balıklı-çocuklar askere gittikleri zaman zorluk çekmeyecekler. Ağzımızın ve ruhumuzun tadı yerinde Karacaören’e teknemezin burnunu doğrultuyoruz. Karacaören kem gözlerden sakınmak için kendini ağaçların arasına saklamış, uzaktan bakınca mavi ve yeşilden başka rengi sevesin gelmiyor.
Akşamüstü Gökova Yelken Kulübü’nün olduğu koya bağlanıyoruz. Şampuanlar, duş kremleri çıkıyor-pardon keseyi unuttum, doğru sıcak duşa. Çocuklar için optimist ve lazer branşında temel denizcilik ve yelken eğitimi veren Kulübü dünyayı ailesi ile beraber teknesinde gezen Haluk Karamanoğlu kurmuş. İyi tasarlanmış ve düşünülmüş ama bende ‘parası olan yelken yapabilir ve sevebilir’ etkisi bırakan Kulüp’ün akşam yemeğini fiatlarını Burhan Kaptan’da pahallı bulmuş ve konuştuğu yetkili kadının tavırlarını sevmemiş.

Karacasöğüt’e gideceğiz, toprak bir yoldan yürüyerek gittiğimizde yemek için pak de fazla seçenek olmadığı görülüyor. Arabasının içinde incik-boncuk satan kadına çocuklar ve kadınlar yoğun ilgi gösterirken erkekler de olasılıkları değerlendiriyorlar. Çocuklar ve Özlem kolye, Damla bilezik, çocuklar geri dönüp bileklik aldılar. Burhan Kaptan’ın suratından bulunan yeri pek beğenmediğini anlıyoruz, anlaşıldı balık seçeneğinden çok et seçeneği var . Saç kavurma lafı duyulur duyulmaz herkes saç kavurmaya yönlendi ama yanyana oturan Özcan ve Burahan deniz seyahatinde balık yenir ilkelerinden ödün vermeyerek çupra yediler. Burhan tereyağında kızartılmasını istedi, Özcan ek baharatlar. Saç kavurmalar pek fiyakalı ve gösterişli bir sunumla geldi, salata, rakı en olmazsa olmaz peynir yendi, tam kalkmaya hazırlanırken içerideki kapalı mekana dore mini etekler giymiş kadınlar gelmeye ve salonun ortasında yanar-döner ışıklar parlamaya başladı. Garsonun ilgisi üzerimizden çekilip içeriye yöneldi ve salon iki adamın ağzında sigara ile dansetmek adına adını bilmediğim ‘dansöz’ lafı bolca geçen oynak bir şarkı eşliğinde maymunumsu hareketler yaptıkları diskomsu biryere dönüştü. Irmak, Mehmet ve Ali Sarp gösteriyi izlemek üzere şaşkın gözler ile bakarak içeri girdiler. On dakika kadar sonra üçünü de gülerken yere düştükleri için göremedim. Onları toparlayıp yürümeye başladığımızda da dakikalarca güldüler, yaşadıkları zamana ait olmayan bir sahne yaşadıkları için tam anlamı ile makaraları koptu. Evlerimize uğrayıp Eyüp Kaptan’ın dışarıda uyumasına aldırmadan –müsaitlermiş-gece gezmesine gittik. Burhan’ın önderliğinde dün gecenin karşı atağı olarak ’En-herneyse- seçelim’dedi ama ‘En’ konusunu bir türlü açığa kavuşturamadık. En geleneksel kadın-, olmaz-, kadınlar kocalarının gelenekselliği yüzünden geleneksel oluyor, en modern kadın-olmaz- kadınların hepsi modern, en anaç kadın-olmaz-anaçlık kadınların doğasında var. Eyüp uyuyor gibi mi yoksa uyuyor mu anlayamadık, Özcan gitti, Burhan, Arif, Ali Rıza çırpınıyorlar, gençkızlarımız Hatice, Damla ile Dicle hayat dersleri stajlarını tamamliyorlar. Sonuca ulaşamıyoruz, Burhan üzgün.
Uykular geldi, evimize gidelim.
Teknede yatmaya hazırlanırken kadınların ‘en’lere sığmayacağı gerçeğinden bir kere daha mutlu oluyoruz.
Daha ne olsun?...

5.GÜN-26 TEMMUZ-PERŞEMBE:
Sabah kadınlar mutlu, kahvaltı için Sedir Adası’nı hedefledik. Kleopatra yıkanmış da nurlara boyanmış öyküsünün geçtiği, kumları altın sarısı ve ellemenin , götürmenin yasak olduğu-insanlar şişelere doldurup doldurup götürüyorlarmış, güneş görmeyince parlamayan kumu daha sonra çiçeklerinin dibine döküyorlardır- ve sit alanı ilan edilmiş –gidene kadar bilmiyorduk- meşhur ada. B.H. önümüzde gidiyor ve kumsalı gören ama kumsala uzak bir tepeciğin önüne demir attıklarını görüyoruz. Aynı anda ada ile bağlantılı tepeciğin üzerinde aniden nereden çıktığı belli olmayan iri kıyım bir adam beliriyor, bağırarak birşeyler anlatmaya çalışıyor. Bizimkiler de bağırıyor, adamın bağırması ile iki adam, derken üç adam oluveriyorlar. El-kol hareketlerinden sinirli oldukları belli, bizim teknede ‘Sonumuz böyle mi olacaktı, denizin üstünde vurulup gideceğiz, bari ayağımızdan vursalar’ yorumları yapılıyor. Meğer adamların derdi sit alanı olduğu için bilet ile girilen kumsala çıkmamızı engellemekmiş-kumsalın görüntüsü de komikti, bomboş bir kumun eteklerinde denize giren insanlar. Teknenin bayrağı Yunan bayrağı da olunca vatan topraklarına deniz yolu ile çıkartma yaptığımızı zanneden vatansever görevliler iyice cellallenmişler,  B.H’dekiler Türkçe konuşunca rahatlamışlar. Yine de bir müddet elleri bellerinde, tehditkar duruşlarını bozmayarak bizi gözleseler de sonunda ‘halkımdan’ olduğumuzu anlayıp, gittiler. Kahvaltı için artık elde avuçta ne varsa yemeye çalışıyoruz-diğer günler daha az yedik de- dönüş yaklaştı. Yarın sabah son kahvaltımızı yapacağız. Dönüşü düşünmeyelim şimdi,  daha çok var, iki güne neler neler sığar. Bizim teknenin Küçük Hanımı Dicle- Dicle’nin Belgin Doruk’un Küçük Hanım serili filmlerinde taktığı büyük, kenarları beyaz güneş gözlüklerinden var- güneşten herzaman muzdarip babasını herzamanki gibi kremlemek ile meşgul. Dicle’ye ‘Küçük Hanım Teknede Geziyor ve Babasını Kremliyor’ yollu takılırken teknelere uygun film ismi de aklıma geliverdi. ’Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’. Bir ara Özcan’a buluşumu söylediğimde ciddi ciddi ‘Ne güzel filmdi.’ dedi.
Kahvaltı ve yüzme faslından sonra Ören’ e doğru yola çıkıyoruz.
Ören çocukluk anılarımdaki Ören’e hiç benzemiyor, insan ve ev dolu bir sahil. Tekneyi demirlediğimiz yerde bile ikişer, üçer yüzüyorlar. Gidelim, içim sıkıldı. Çökertme’ye doğru giderken, Ali Rıza ton balıklı ve domatesli sandöviçler hazırlıyor bize, daha önce ton balığını ağzına sürmemiş Mehmet Ali Rıza’nın hatırı için tadına bakıyor, bir tane daha istiyor ve bana ‘Anne,bundan sonra bana hep böyle sandöviçler yap’ diyor.
Ali Rıza Mehmet’e Cahit Külebi’nin ‘Hikaye’ isimli şiirini okutarak şiir okumayı, vurgulamayı ve hissetmeyi öğretiyor. Ne güzel ve Mehmet böyle bir dostu olduğu için ne şanslı. Sürpriz, akşam yemeğinde şiir okunacak. Ören’den çıktıktan sonra-B.H- herzamanki gibi en önde gidiyor, yolda başıboş bir bota rastlıyoruz. ’Yazık,hangi acemi Kaptan düşürdü de hangi uykulara dalmış tekne ahalisi de düştüğünü farketmedi. İnsaf ve vah-vah’ diyerek prensip sahibi bir tekne olarak hemencecik teknemizi çeviriyoruz. Bota yanaşmaya çalışırken içinin de dolu olduğunu farkediyoruz, iyi ki içinde biri yok, onu da kaybettiklerini farketmeyecekler. Yanaştıkça içinin ağzı kapalı torbalar ile tıka basa dolu olduğunu görüyoruz, aman, çöp torbaları ile dolu, tam saldım çayıra Mevlam kayıra. Binbir zorluk ve zahmet ile yanaşıp, zavallı botu himayemize alıyoruz da çöp torbaları biryerlerden tanıdık geliyor. Aynılarından bizde de var, yoksa bizimkilerden birisinin botu mu? K.A.’ın çöplerini asla botlarına koymayacaklarına oybirliği ile karar veriyoruz, anlaşıldı, Komodor’luk payesi ile bize önderlik eden Eyüp Kaptan’ın teknesinin botu bu terkedilmiş bot. Üzüntümüz bir kat daha artıyor, kimlere güveniyoruz da kendimizi teslim edip peşlerine düşüyoruz? Üzüntüden kendimizi yemeye-içmeye veriyoruz. Biz teneke kutulardan nacizane sıvı tüketirken, yanlarından geçtiğimiz K.A.’lar hem ikinci botu göruyorlar hem de Burhan Kaptan elindeki incecik birşeyi bize doğru havaya kaldırıp, nazire yapıyor. Haydi hayırlısı. Biraz daha yaklaşınca, ince belli bardaklar ile çay içtiklerini görüyoruz, pes ve de gelenekselliğiniz bir kez daha kutlu olsun. Seyir esnasında B.H’dakiler gaflet uykularından uyanıp da–kimbilir ne zaman? –botlarının yokluğunun farkına varıyorlar ve bizim duymadığımız bir telsiz konuşması ile peşine düşüyorlar. Bizi gören K.A’dakiler maalesef , biz söylememeye karar vermiştik, botun bizde olduğunu söylüyorlar, aşkolsun size. Madem ki telaşlandıramayacağız, o kadar yol boyunca–hem de ne kadar ağır- botlarını taşıdık, ’taşıma ve kurtarma hakkı’ denen bir hak var, değil mi Mustafa? Kendi çöplerimizi de onların botuna atıveriyoruz,

Teknemiz bayağı hafifledi. Çökerme’ye ulaştık, ’Halil’in Türküsü’ dudaklarımızda,yanaşıyoruz. B.H.’dakiler botu bulduğumuzu bilmenin rahatlığı içinde, botu zaten gözden çıkardıklarını söylüyorlar, fiatı zaten 100 Euro kadarmış, verirlermiş. Hem büyük fedakarlıklar yap hem de takdir görme. Ne yapalım, onlar dostlarımız deyipbağrımıza taş basıyoruz. Çökertme’de küçücük, sevimli ve yeşil. Koy adını koyda bulunan ‘Çökertme’ köyünden almış ve Ekim ayından itibaren ‘Kıran’ adı verilen rüzgarları ünlüymüş. Sıcak değil ama ılık bir su ile yıkanıyoruz, Burhan Kaptan’ın akşam yemeğini organize ettiğinden emin, giyiniyoruz. Bizi ancak lagos kurtarır-23 kişiyiz-, Mahir Bey’in ya da nam-ı diğer Korsan’ın yerinde – günün geleneğine uyarak imaj çalışmaları yapmış anlaşılan, etrafta korsan bayrakları asılı-lezzetli mezeler yiyor ve muhabbet ediyoruz. Hava limonata gibi. Masaya nargile geliyor - ben öyle zannediyorum-meğerse içi rakı dolu tulumbamsı –pompalayınca rakının aktığı-bir düzenekmiş, cebelleş cebelleş sonunda rakımı alıyorum. Mahir Bey-Kaptan demek istemiyorum, sizlere saygısızlık gibi geliyor- damardan şarkılar çalmaya ve hafiften konuşurken dili pelteleşmeye başlıyor. Alkol iyi dostumuz, belli. Şarkılar, bayraklar, imajlar,l aflar boş Mahir Bey , adam gibi adam olmaya yetmiyor.
Ali Rıza Mehmet’i çağırıyor ve şiiri okutuyor,içleniyoruz.

HİKÂYE
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!

Şarkıların ritmi hafiften hızlanınca bizim grubun da tombullaşmış kurtcukları dökülmek için piste fırlayıveriyor. Reyhan ve Damla-geçen seneden de anımsıyorum, ne keyifli oynamışlardı-abla, kardeş hiç nazlanmadan döktürmeye başlıyorlar. Ben ‘ne zaman ‘ sorusuna yanıt veremeyecek kadar uzun zamandır oynamıyorum ve anımsamıyorum bile ama Dilek’i mi kıracağım? Ilgın’ın da hemen fırladığını söylemeye gerek yok. Ne cümbüş, ne eğlence, ne kahkaha, ne güzellik. Çocuklar meğer dünden hevesliymiş, kıvır kıvır kıvırtıyorlar. Dans müzikleri başlayınca, Burhan Kaptan gelenekselliğini kırma ve sen benim yine de iyi dostumsun mesajını vermek adına Dilek’i dansa kaldırıyor, gözlerimiz yaşarıyor.Çocuklar annelerini, Dicle’yi, Hatice’yi, Damla’yı, birbirlerini dansa kaldırıyorlar derken Özlem-Celal ikilisi kıvrak ve uyumlu dansları ile geceye renk katıyorlar. Ne hoşlar. Özcan ve Ali Rıza dansa kalkmasalardı gecenin çifti Özlem-Celal olacaktı ama bu ikilinin önünde kimse duramaz. Hatice billur sesi ile yine bize güzel aryalar söylüyor. ’Bostorgay’ın da artık bir anlamı ve duygusallığı var bizim için, tekne ismi olarak da gayet uygun.
Mahir Bey 50.evlilik yıldönümlerini kutlayan Köy Enstitüsü kökenli yaşlı bir çift için şampanya patlatıyor, biz de alkışlıyoruz.
Uykular geldi, evimize gidelim.
Teknede yaşamak mutluluğun rengini dostlar ile birlikte boyamak değil mi?Daha ne olsun?..


6.GÜN-27 TEMMUZ –CUMA:
Evimizdeki son kahvaltımız. Buzdolabında kalanları çaylar Mahir Bey’den olmak üzere masalara taşıyoruz. Bu vesile ile K.A’dakilerin zeytinlerinden de yeme fırsatı buluyoruz. Gönül özel olarak getirmiş. Geçen seneye göre daha insaflı alışveriş ettiğimizi düşünüyorum, dolapta daha az malzeme kalacak-tecrübe.
Orak Adası’na gideceğiz. Şekli Orak’a benzemiyor ama daha sonra gittiğimiz Pabuç Koyu’na şekli pabuca benzediği için bu isim verilmiş. Ufak ufak Kaptan’lığa ısınan Ali Rıza biz B.H’lerin teknesinde öğle yemeği hazırlarken yelken yapmayı teklif ediyor. Beni bot ile bizim tekneden postalayarak Özcan, Ali Rıza, Burhan, Arif, Eyüp, Dicle ve Dilek yelken yapmaya gidiyorlar. Mustafa modern-geleneksel bir tavır sergiliyerek kadın ve çocukların başında kalmayı tercih ediyor. Elimde koca bir torba yiyecek ile B.H.’lerin teknesine çıkıyorum.
Denizde Reyhan’ın deyimi ile en az 3-4 tane değişik renkte balık ile yüzüyorsun. Sahil çok yakın,kadınlar ve çocuklar sahile çıkıp, ayakları suda oyunlar oynuyorlar. Deniz duruluktan çatlayacak.
Artık bir klasik haline gelen makarna, ton balığı, barbunya var menüde, çocuklara patates kroket bile kızartıyoruz. Cesur yelkenciler seferlerinden yorgun ama mutlu dönüyorlar.
Can,bir zamandır benim sigarayı bırakmam konusunda ısrarlı. Ne zaman beni sigara içerken görse ’Neden?’ ’Zararlı,bilmiyor musun?’ şeklinde araştırmacı gazetecilik soruları soruyor. Can’ım,büyümek ne yazık ki yanıtını bildiğin ve korktuğun soruları kendine sormamak yetisini geliştirmek,onun için seni yanıtlayamadım.

Artık iyice dönüş havasına girdik, Karaada’ya uğrayıp akşam Turgutreis’te olacağız.
Deniz de dönüşümüze üzülüyor olmalı, hava dönüşte oldukça sert. Teknenin önü dalgalara çarptıkça ıslanıyoruz ve üşüyoruz.Dicle ve Mehmet beşikte sallanıyorlarmış gibi rahat uyuyorlar. Biz ara sıra küçük çığlıklar atıp,gülüyoruz. Nerede olduğunu bilmiyorum ama deniz ile gökyüzünün rengi ve çizgisi bir ara birleşiyor, deniz gökyüzünün, gökyüzü denizin içinde griye yakın soluk bir mavilikte, etekleri hafif puslu, birleşiyorlar. ’Huzur’un resmi bana bakıyor.
Akşamüstü D-Marin’e geliyoruz,mazot alacağız. Geçen sene denizin üstündeki benzinciden almamışız demek ki, görüntü bana komik ve bilgisayar oyunlarındaki sanal oyunlardan birinin içine girmişiz gibi geliyor.
İlk çıktığımız yere bir daha çıkmamak üzere bağlanıyoruz. Tekne kontrolu,imzalar, evimizi de teslim ettik. Saat 21.00’i geçiyor, Burhan Kaptan Gümüşlük’teki balıkçıya gitmeyi önermişti ama saat geç ve kimsenin enerjisi yok. Hedefe varışın ve bitişin bezginliği var üzerimizde. Turgutreis’te deniz ürünleri yapan bir restoranta oturuyoruz ve yine güzel mezeler, barbun yiyoruz.
Damla çocuklara dövme yaptırtıyor.
Hava çok sıcak değil ama Ali Rıza sürekli ‘Bana sıcak basıyor’ diyor ve yerinde duramıyor. Kök neden belli Ali Rıza ‘hüzün.’
Gecenin sonuna gelindiğini Komodorumuz Eyüp klasik kapanış sorusunu sorunca anlıyoruz.’Gezimiz hakkında ne düşünüyorsunuz?’ Herkes mutlu-mesut ve uzun uzun konuşuyor. Kapanış konuşmasını Eyüp Kaptan yapıyor,teşekkürlerini sunuyor.
Tek noktaya itirazım var, Komodor filomuzu genişletmekten yana, Komodor’um filomuzu artık genişletmeyelim de onun yerine kocaman bir çekirdek aile oluşumuzu derinleştirelim. Hem büyürsek herkesi gözlemlemek zor olacak hem de kimselere yemek yetmez.
Uykular geldi, evimize gidelim. Marina’ya kadar bana eşlik etmesini Küçük Prenses Rengin’den rica ediyorum, sağolsun beni kırmıyor, elele yola düşüyoruz. Yol üstünde irice ,başıboş siyah ve beyaz köpekler var. Laf köpeklerden açılıyor ve Rengin ‘Siyah köpekleri sevmiyorum çünkü kolumdan aşağısını çok gıdıklıyorlar’ diyor. Şimdi seni ben ısıracağım ama kendime hakim olup öpmekle yetiniyorum.
Çocuklar yatmak ve ayrılmak istemiyorlar, bir oraya bir buraya koşturup duruyorlar. Bavullar toplanıyor,sabah erken ayrılacaklar ile vedalaşılıyor. Teknemizin de yelkenleri boynunu büktü, bir daha görüşüne kadar anıların rüzgarı ile yelkenlerini fora ve Gökova’nın maviliklerini rüyalarımıza konuk edeceğini fısıldıyor. Teknedeki son gecemizde ‘bitti’ değil ‘nasılsa devamı’ var demek insana mutluluk veriyor.
Daha ne olsun? Gerisi de ötesi de hepimiz için mutluluk olsun...

Son söz de bizim olmasın...
"Bodrum'a gelip Gökova’ya açılmamak, sarayın kapısına gelip içeri girmemektir."
Halikarnas Balıkçısı

Yeni gezilerde birlikte olmak dileklerimle...

Aydan Müezzinoğlu

26 Eylül 2007

Gökova gezisi...



Merhabalar,
Bu sabah işe ayaklarım gerisin gerisi sürüye sürüye başladım…
Çok güzel geçtiğini düşündüğüm bir haftalık Gökova gezimizin tadı hala damağımda…
23 kişilik bir gurupla çoluk çocuk 3 tekne ile sağ salim, doyasıya eğlenerek, güzelim denizlerde doyasıya yüzerek, güzel balıklar yiyip, rakılar, şaraplar içerek, çocuklarımızın birlikte büyüdüklerini dostluk ve arkadaşlıklarını pekiştirdiğini, bizlerinde birlikte yaşlandığımızı gözlemleyerek, mutlu mesut Gökovayı gezdik…
Ciddi bir olay yaşamadık, yıllarca konuşup güleceğimiz anılarımızda yer tutacak minik sorunları ise bolca yaşadık…
Örn: Habire botumuzu kaybetmemiz gibi…
Gezimiz ile ilgili günlüğü sevgili Aydan tutup bizlerle paylaşacak.
Ben bu üst yazıda hem bir merhaba diyeyim hem de Aydana yardımcı olacak bazı minik teknik detayları ileteyim istiyorum.
Aydoğan ailesi ve biz bildiğiniz gibi Cumartesi günü tatilimize başlamış ve 2 gün gezip, denize girip Pazar akşamına kadar tozmuştuk. Bu arada başarısız bir Kos seferi de yapmıştık.


Aydoğan ailesi... Burhanettin-Gönül-Hatice

Toplamda yaklaşık 180 nm. bir yol yaptık.
Gökova körfezinin taa sonuna kadar nerdeyse gittik ve döndük.
Sanırım Gökovayı adam akıllı gezip görmek tadını çıkarmak için
3-4 sefer daha gezi düzenlemeli…
Cumartesi : Güvercinlikte nefis bir kahvaltı sonrası D. Marine vardık saat 16.00 da teknelerimizi teslim aldık.
Bu arada hanımlar minik bir alış veriş yaptı. Hemen marinadan çıkış yaptık Çataladaya gidip demir atıp alargada kalarak ilk deniz sefamızı gerçekleştirdik. Arkasından yaklaşık 3-4 millik bir mesafede Gümüşlük koyuna girdik, iskeleye kıçtan yanaşıp bağlandık.
Güzel bir akşam yemeği ( balık-rakı ) yedik.
Pazar : Sabah erken kalkıp kısa bir yürüyüş ve Gümüşlük sahildeki çay bahçesinde bakkaldan aldığımız ve teknedeki nevaleyi kullanarak kahvaltı yaptık. Çataladaya gelip denize girdik.
Tekrar D.Marine döndük Baripoğlu ailesini alıp Kosa doğru dümen tuttuk… Pasaport ve vize nedeniyle bağlandığımız Kos marinadan kısa sürede ayrılmak zorunda kaldık...
Pazar gece saat 4.00 gibi marinadan ayrıldık…
Rota Gökova...
Seyir rotamız...
1.gün : Büyükçatı koyu, Küçükçatı koyu, Amazon
2.gün : Küfre, Yediadalar, Uzun Liman, Okluk
3.gün : İngiliz Limanı, Hırsız koyu, Karacaören
4.gün : Sedir adası, Ören, Çökertme
5.gün : Orak adası, pabuç koyu, Karaada ve Turgutreis D.Marin
Şimdi Aydan' ın kaleminden Gökova gezimiz ;
2.GELENEKSEL GEZİMİZİN MUHABBET VE YEMEK SEYİR DEFTERİ:1.GÜN-22 TEMMUZ-PAZAR:Herşeyden ve herkesten bağımsız bilinçli Ankara’ lı vatandaşlar olarak oyumuzu kullandıktan sonra Güler ailesi ile buluşup uçağımıza bindik. Saat 20.15 gibi uçaktan indiğimizde seçimin ilk ve değişmeyecek sonuçlarını öğrendikten sonra birbirimize tatilde olduğumuzu anımsatarak rahatlama telkinlerinde bulunduk ve –gerçi Ilgın şoku üzerinden uzun zaman atamadı- ’Özcan Organize İşler’ şirketinin bizi TurgutReis’e götürmek üzere ayarladığı minibüse binerek dostlara, denize, balığa, rakıya, muhabbette ve teknemize gitmek üzere yola çıktık.
Yolculuk sırasında birçok kere Tiryakioğlu ailesi ile ‘Ne yiyeceğiz?’ konu başlıklı, onlar Migros’ta biz yolda alışverişimizi de yaptık. Mehmet ‘Özcan çok mu zengin?’ sorusunu yöneltti, Özcan’ın bir minibüs şirketi olmadığı konusunda ikna oldu ama D-Marine’de uzaktan gözüken ve bir metre yanımıza gelinceye kadar başı öne eğik yürümekten ve çökük omuzlarından dolayı bizi tanımayan uzun siluetin Özcan olduğuna biz zor ikna olduk.
Neyse, bizi tanıdı ve biz de yanlış soruyu sorduk. ’Nasılsın?’. ’Nasıl olalım?’ dedi ve suskunluğuna geri döndü.
Gelecek yıllar içinde gezimizi seçimlere denk getirmeyelim lütfen, dostlarımızın ruhları paramparça oluyor. Teknemize-Aria- ve dostlara kavuştuk. Özleşmişiz, öpüş-kokuş, çocuklar hemen kıkırdamaya başladılar. Tiryakioğlu ailesi buzdolabı yerleştirmekten bitap düşmüş,

Ogan ve Aydoğan ailesi tatile iki gün erken başlamanın ve tekneye alışmış olmanın rehaveti içinde ama Gönül’ ün gözlerindeki tedirginlik kıpırtıları tam geçmemiş, Küçük Prenses Rengin şaşkın, Ali Sarp teknenin önündeki demirlere tek eli ile tutunmuş, sallanıyor, hava deniz kokuyor, çarşaflar nerede,tekneler alacakaranlıkta daha da beyaz ve güzel geliyor insanın gözüne.? Çarşaf içinde mi para istiyorlar? Charter şirketi ilk eksi puanını aldı. Tekne teslimi, tanıtımı derken saat 21.00’i geçti ve gezimizin en önemli sorusu gündeme geldi.
Ne yiyeceğiz, nerede yiyeceğiz? Neden herkes Burhan Kaptan’a bakarak bu soruyu soruyor? Burhan Kaptan’ın seçtiği- daha önce fizibilite araştırmaları yapılmış- herkesin istediği herşeyi yiyebileceği bir restoranta oturuyoruz ama seçim yasaklarından dolayı 24.00’e kadar içki yasak derken –yeter artık- gamda mı dağıtamayacağız ?Turistlerin masalarında bira ve şarap bardaklarını görüp rahatlıyoruz.
Ali Rıza, Özcan ve Arif’in bifteklerinin sosu çok özel olmalı ki saat 24.00’den sonra geliyor. Uykular geldi, Eyüp geleneğini bozmayarak bizimle birlikte tekneye-yatmaya geliyor-
diğer erkekler de geleneği bozmayarak ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ sorusunun yanıtını bir yudum meze, bir yudum rakı ve bir yudum kahkaha eşliğinde masada kalarak arıyorlar ya da biz öyle sanıyoruz.
Evimize geldik, fedakar Kaptanlar fedakar Komodor’un planı doğrultusunda gözümüzü denizde açmamız ve yıkamamız için sabaha karşı da denemez-sabaha karşı ve gece karanlığında bir saatte -3.00 gibi yola düşecekler.Tekneden bakınca yıldızlar daha mutlu gözüküyor.. Daha ne olsun?...
2.GÜN-23 TEMMUZ PAZARTESİ:Gecenin bir vakti bir ses ‘Arif,Arif,haydi kalk’ diye bağırdı, Arif’de ‘Tamam,geliyorum’ dediğine göre rüya değil, zaten yatmamız ile kalkmamız arasındaki kısacık zaman sürecinde de Ali Rıza büyük bir gayretle yasaktan dolayı alamadığı içkileri- yılmayıp saat 24.00’den sonra almış-yerleştirmişti. Rüya olsa şişelerin ve motorun sesi kulağımın içinde böylesine yankılanamayacağına göre en iyisi kalkmak. Üşüdüm, iyi geliyor. Yola düştük, Büyükçatı Koyuna gidiyoruz, gece yol almak rüya görmeye devam etmek gibi, hem yalnızsın hem de değil, deniz,balıklar, gece, bulutlar, hafif rüzgar, sessizlik de seninle soluk alıp veriyor, konuşup da onların rüyalarını bozmak istemiyorsun. Gün doğumu rüyayı bitirmiyor, denizin her damlası ışıldıyarak güne günaydın diyor, için birden nedensiz sevinç doluyor.
Büyükçatı Koyu’nda demirledik, kahvaltı zamanı. Çocuklar denize atladılar, kaptanlar yorgun ama mutlu, koy sakinlikten ve mavilikten baygın, gözlerimize doluyor. Çaylar demlendi, ince belli çay bardakları nerede?Charter ikinci eksi puanını alıyor ama Burhan Kaptan’ın teknesi eksi puanlardan nasibini almamış gibi. Onlarınki aynı şirketten kiralanmadı mı yoksa? Reçeller, peynirler, zeytinler tabaklarda ve masanın üstünde, ince belli bardaklar, mavi-küçük kareli masa örtüsünü de görürsek şaşırmayacağız. Hem sayımız hem de mekanların büyüklüğü aynı değil mi? Nasıl oluyor da açık büfede kahvaltı yapıyorlarmış gibi görünüyorlar? Haydi hayırlısı. Komodorun büyük ama daha kalabalık teknesine bakıyoruz, orada da herkes bizim gibi eline ekmeğini almış, boş bulabildiği bir köşeye oturmuş, büyük ısırıklarla yiyor. En iyisi karışıklık olmaması için tekneleri kısa adlarla isimlendirmek ,bizimki K.H.-Küçük Halkım, Komodor’unki B.H-Büyük Halkım-Boyu büyük ya, Burhan Kaptanların’ki de K.A-Küçük ama Aristokrat.K.H ve B.H. acıktığı için yiyor, K.A.yemek zamanı geldiği için. Denize giriyoruz, o kadar güzel ki güzel sözcüğü kıskanıyor denizi. Komodor burada kalacağımızı söylemişti ama biliyoruz ki kalmayacağız. Herkes Reyhan’cığımdan biliyor ama Komodor’umuzun canı deniz ve rüzgar çekiyor, Reyhan bahane. Küçükçatı’ya doğru yola çıktık, küçüğü de büyüğü gibi durgun ve akıl ötesi bir mavilikte. Türk kahvesi içmedik daha, Ali Rıza sağolsun tazecik kahve çektirmiş, fincan nerede? Bir eksi puan daha ama K.A’dakiler fincanla kahvelerini içiyorlar-Celal ile Özlem’de Türk kahvesini pek seviyorlarmış-bir kere daha hayran oluyoruz. Dilek, kahvesini denizde içerek-fincanı teknenin merdiven kısmına koyuyor-yeni bir ekol geliştirdi—denizli kahve keyfi yapıyor. Ilgın fal bakıyormuş,Hatice,Damla ve Dicle anında bu bilgiyi öğrendiler. İlk uygun olduğunda fal bakılacak. Yine deniz ve yine abur-cubur zamanı ve yine yola düştük- Amazon’a doğru. Akşamüstü olmak üzere ve kocaman bir sorunsalımız var.’Akşam yemeği’. Ama, daha önce daha büyük bir sorunsal karşımızda dikilmiş, bize bakıyor, biz de ona, tekneyi bağlayacağımız iki kollu canavar ağaç. Çiçeği burnunda yiğit Kaptan Mustafa herzamanki gibi denize atladı ve teknesini bağlayıverdi. Kolay gözüküyor buradan bakınca da , tek sorun Arif’in meşhur ‘Boşluğunu al’ cümlesinin anlamını kavramak. Dicle ile birlikte yarı belimize kadar denizde elimizde yılan misali uzayıp giden siyah halata bakarken çok şükür halatın boşluğunu alacağımızı anladık da , boşluk nedir, sıkmak mıdır, iyice gevşetmek midir, ağacın ne tarafına düşer anlayamadık. Ahdim olsun seneye kadar ‘Boşluğunu al’ cümlesinin öz felsefesini kavrayacak ve uygulayacağım. Dicle’ciğim, sen de derslerinden vakit buldukça çalış olur mu? K.A’nın halat bağlama sorumlusu da Celal. ’Boşluk’ sorunsalını felsefik düzeyde çözmek için şu an vaktimiz ve sabrımız olmadığını kavrayıp Kaptan Mustafa’ya her bağlanış için 10 Euro teklif ediyoruz ama Mustafa’nın da Kayseriliği tuttu, fiatı yükselttikçe yükseltiyor. Sonunda herşey ve her türlü yardım dahil-paket program 100 Euro’ya anlaşıyoruz.
Ortamıza K.A’yı aldık, ne yiyorlar görebilmek için, öncü grup Özcan, Eyüp, Burhan, Arif, Mustafa Amazon Kamping’te ne yenir, ne içilir , bize uyar mı öğrenmek için bot ile keşife gittiler ve uzun süre dönmedikleri gibi olumsuz ve ‘beğenmedik’ gibi cümleler ile geri döndüler. Bu arada ortalıkta dolaşan ‘Nuar’ sözcüğü çoktan bir şehir efsanesine döndü bile. Kimimiz hiç görmemiş, kimimiz inanmıyor, kimimiz hiç yememiş. K.A.’ların teknesine giden Dicle pişerken görmüş-taa İstanbul’lardan pişirilerek gelmiş, garibim dondurulmuş, şimdi de durduğumuzdan beri tekrar pişiriliyormuş-şöyle tanımladı:’Uzun,gri birşey’. Kaptan Burhan’ın Amazon Kamping’teki yemekleri neden beğenmediği anlaşıldı. Gece çökmeseydi çocukların yüzgeçleri çıkacaktı, kendilerini balıklar ile kardeş zannetmeye başlamışlardı ki yemek zaman geldi. K.A’ların teknesinde bir faaliyettir gidiyor, tencereler, salatalar akşam yemeği için özenle hazırlanmış sofraya gidip geliyor. B.H’lerin teknesinde hiç faaliyet yok, aksine hepsi çoluk-çocuk teknenin önüne otumuş, K.A’ların teknesine bakıyorlar. İçimiz acıyor, bari çocukları alsaydık da onların karınlarını doyursaydık diyoruz, kısır yapacaklardı ama malzemeleri mi yetmedi yoksa? K.A.’lar hiçkimseye bakmadan efsane nuarı bitirdiler, göz tacizinden rahatsız olmadıkları gibi üstlerine de alınmadılar. B.H’dekiler gülerek karınlarını zaten doyurmuşlardı, üstüne bizim gibi makarnalarını da yediler. Tiryakioğlu ailesi inceliklerini yine gösterdiler, Mehmet’in doğumgününe daha zaman olmasına rağmen Mehmet’e doğumgünü hediyesi bir sualtı fotoğraf makinası aldıkları gibi diğer bütün çocuklara da almışlar. Daha anlamlı ve sevindirici bir hediye düşünülebilir mi? Alkışlarımızı duyunca K.H’nın halkı da Mehmet’in doğumgününü alkışlarla kutladı. Mehmet’in hiç unutamıyacağı ve ileride ıssız bir koyda konakladığında arkadaşlarına anlatacağı, düşündüğünde içini hep ısıtacak bir doğumgünü anıları içinde yerini çoktan aldı. Akşam gezmesinin vakti geldi, sorduk, müsaitlermiş, gece karanlıkta botla ve fener ışığı eşliğinde tehlikelerle dolu bir yolculuk yaparak B.H’lere gittik, K.A’lar da geldi.
Şarap içerek ve kuruyemiş yiyerek ‘Nuar’ı, erkek erkeğe yapılan yolculuklardaki bilmemiz gereken anılardaki detayları dinleyerek güldük de güldük.
Semra iş kazası geçirmiş, boşta kalan bir halat ayağının üstünü sıkı biçimde sıyırarak hırpalamış. Nedir bu halatların bizim ile alıp veremediği?
Ilgın’ın ilk seferi ama tekne onu sevdi, o da tekneyi, içeri giriyor, çıkıyor, servis yapıyor, keyfi yerinde. Damla yan-üstteki geleneksel yerini almış, gülmek ve cep telefonu ile meşgul.
Can, Doruk, Ali Sarp, Mehmet ve Irmak kartlar ile aklımızın eremiyeceği oyunlar oynayıp yine kıkır kıkır gülüşüyorlar, Rengin’i eğlendirmeyi kendilerine görev edindiler, ona göre de oyunlar bulup gönlünü hoş tutuyorlar.

Ne güzel çocuklarımız var.
Gönül ile Burhan Kaptan teknenin köşelerini tutmuşlar, Özcan iyice açıldı, fıkralar başladı. Gecenin bir vakti, Eyüp Mehmet’i kolunun altına almış, bir Mehmet’in başı Eyüp’ün kolunun altından düşüyor, Eyüp tutuyor, bir Eyüp’ün başı Mehmet’in başına düşüyor,
Mehmet uyanıyor, birbirlerine ve bize gülümsüyorlar, beş dakika sonra başdüşme oyunu yine başlıyor.
Uykular geldi, evimize gidelim.
Tekneden dinleyince börtü-böceğin ve ormanın sesi daha mutlu geliyor kulağa.
Daha ne olsun?...
arkası yarın... :))

25 Eylül 2007

KUSH bakışı Santorini seyri...


Santorini seyrimizi Sevgili Mustafa' dan dinleyelim... (Ekim-2006)

Cuma sabahı Ankara'da erkenden bindiğim otobüsten Eskişehir'de indim. Burhanettin ile buluşup Burhanlara gittik. Burhan hazırlıklarını tamamlarken ben Gönül'ün sıcak evsahipliğinde bayram tatlısını yiyip kahvemi yudumluyordum. Kısa süre sonra Bülent ile Ünal geldi Bursa'dan. Ünal ile tanıştık. Burhan her iki teknenin alışverişini de bir gün önce yapmış hazırlamıştı. Onları yerleştirdik Bülent'in Doblo'ya. Ve sıklıkla "Doblodan başkasına da sığamazmışız" cümlelerini sarf ederek yola çıktık.
Öğle yemeğini Burhan'ın guruluğuna güvenerek -hiç mahcup etmedi doğrusu- Kütahya yakınlarında bir restoranda yedik. Keyifli bir yolculuk sonrası akşam 8.30 gibi Albatros Marinada buluştuk. Tekne alışverişleri ile eşyalarımızı yerleştirdikten sonra Rakı eşliğinde hasret giderip, yolculuğu başlattık akşamdan. Bir tek Celal yoktu henüz aramızda.
Gece yarısına doğru o da geldi.
Ertesi gün sabah mümkün olan en erken saatte yola çıkma isteğimiz Off Shore görevlisi Mesut bey'in de desteğiyle Cts. sabahı erkenden check in yapmamızı sağladı ve 9.30 gibi yola çıkabildik.
Bizim teknenin adı -ileride birçok espriye kaynaklık edecek biçimde- KUSH, 35' Jeanneu.
Diğer teknenin adı ise AVİOR, 37', bizimkine göre daha modern ve daha güçlü motora sahip bir tekne.
Her ikimiz de Türk bandıralıyız ve bu durumun Yunanistan'da sorun yaratması riski de yok değil.
23 Ekim - Marmaris Rotamız Simi.Rüzgar yok. Motor yapıyoruz. İlk gün sohbeti yolculuk ve rota üzerine. Akşam 17 sularında Simi'ye yanaşıyoruz. İnsana bozulmamış izlenimi veren güzel bir dokusu var Simi'nin. Güzel Simi silüeti eşliğindeki yanaşmamız aynı güzellikte olmadı. Demir atıp kıçtan kara yanaştık. Kıyıda yardımcı olacak, halat alıp verecek hiçbir görevli yok. Esnaf ve gelip geçenler ilgisiz. Yerlilere yeniden Türklerin işgaline uğrayacakları korkusunu yaşatacak kadar bağırış çağırış içinde bir turist hanımın da halat alıp yardım etmesiyle bağlandık sonunda. Bizim teknede şarap içmeye başladık hemence. Burhan, her ihtimali gözeterek olsa gerek, duşunu alıp çıkmıştı güverteye. Yolculuğa içimizde en hazır kişi olan Burhan, yemekler konusunda da en az yelken kadar hazırlanmış olduğunu cebinden çıkardığı gazete kupüründen belli etti. (Sanırım) Hürriyet Gazetesinin Pazar ilavesinde bir vatandaş tam sayfa Simi izlenimlerini yazmış ve Türklerin kabesi haline gelen Manos yerine Hans'ın Yeri'ni önermiş yemek için. Bir yandan Simi'yi dolaşırken öte yandan Hans'ın yerini arıyorduk. Ancak sonuç hayal kırıklığıydı. Dışarıdan bakıldığında gerçekten de estetik bir anlayışla düzenlenmiş olan lokanta yazık ki kapanmıştı. Mecburen (!) Manos'tayız bu akşam. Manos'un mezeleri -özellikle de midye güveç gibi bir mezesi- çok güzeldi. Gece yarısı yola çıkacağımız için sadece iki büyük Rakı içip 22 civarında tekneye döndük. Yanımıza -bizden sonra-demirlemiş bir tekne vardı. Bizim demirin üzerine demir atmış olma olasılığı çok yüksek olduğu ve biz gece yarısı ayrılacağımız için bu durumu konuşmamız; gerekirse gece kendilerini uyandırmamız gerekeceğini söylememiz gerekti. Onlar da Türk idi. Karı koca kız ve damat.
Komodor ile teknenin sahibi olduğunu öğrendiğimiz adam (kayınpeder) arasında başlayan sohbet bizim teknelerin diğer elemanlarının da katılımıyla sürdü. Adam -nedense- ısrarla bizim Mikonos'a gitmemiz gerektiğini vurguladı, Santorini'nin şapka gibi dimdik bir ada olduğu orada yapacak bir şey olmadığını söyledi ise de biz planlı insanlar olarak bozmadık planımızı. Onbir gibi girdiğimiz yataktan gece ikide kalktık. Endişelerimizi boşa çıkartacak kolay biçimde demir aldık. Simi'den ayrılırken chart plotter'ın çalışmadığını görüp telaş ettik kısa süre. Zira Simi çıkışında iskele yapıp iki yanında tehlikeli kayalıklar bulunan bir boğazdan geçecektik. Zifiri karanlıktı ortalık. Celal teknenin salonunda chart plotterı açmaya çalışırken biz de yukarıda iskele ve sancakta görmemiz gereken fenerleri gözlüyorduk. Kısa bir muhasebe sonrasında boğazdan geçmeyip risk almaksızın adanın çevresini dolaşmaya karar verdi Eyüp Kaptan, diğer tekne -anlaşmamız üzre- zaten bizi izliyor. Bir kaç düğmesine basarak açtık sonunda chart plotterı (CP). Kör karanlıkta ilerliyoruz yine de. Karşıda Atabol kayalıklarının fenerini gördüğümüzde önümüzde sürekli yanıp sönerek ilerleyen bir ışık gördük. Ne olduğunu anlamaya çalışırken hızımızı kestik. Ancak bu durum arkadan yaklaşan Avior tarafından fark edilmedi. "Gaza bas" nidaları üzerine arkaya baktığımızda Avior ile çok yaklaşmış olduğumuzu fark ettik. Dümende olan Eyüp Kaptan'ın gaz vermesi, diğer teknenin dümenindeki Burhan Kaptan'ın da dümeni sancağa kırmasıyla muhtemel bir çarpışma önlendi çok şükür. Devam ediyor seyrimiz. Gece karanlığı, CP'ın azizliği ve bu çatışma ihtimali gerdi iyice. Işıkları görmek, ayırdetmek ve haritada konumlandırmak başlangıçta zor olsa da zamanla hepimiz alıştık bu duruma. Gerilimimiz azaldı doğal olarak. Sabaha kadar sakin süren seyir öğle saatlerinde Nisiros yakınlarında iki metreyi bulan dalgalarla boğuşan bir yolculuğa bıraktı yerini. Mide bulantıları ve yolculuğa alışma ile geçen 14 saatin sonunda Santorini yolundaki ikinci geceleme noktamız olan Astipalya adasına ulştık. Astipalya limanında inşaat vardı ve demirlenebilir görünen yerler de sığlıkları sebebiyle güven vermedi. Yakındaki diğer koya girdik. Bir balıkçı köyü ve balıkçıların kullandığı iskele var. Balıkçı teknelerinin arasına iskeleye borda olduk. Arkamızdan gelen Avior da hemen önümüze bağlandı. Yemek yiyecek bir yer baktık, hafif tepede bir kafeterya tabelasını gösterdiler. Yapılan keşifte bu yerin köy kahvesi niteliğinde olduğu ve yapılacak yemeklerin güven vermediği bilgisi geldi. Teknede yiyeceğiz. Alışveriş listemiz sadece birer paket makarna içerdiğinden ve bu makarnalar ilk öğle yemeğinde tükendiğinden menü sucuklu yumurta: Bizim teknede Şevket Avior'da Bülent yapacak sucuklu yumurtayı. Burhan'ın yapacağı bulgur pilavı ile birleştirip yiyeceğiz birlikte. Sucuklu yumurtalar yendikten sonra biraz da karnımızın doymasının etkisiyle Burhan'ın zor 'demlenen' bulgur pilavını pek yiyemedik. Çay içmeye dahi mecalimiz kalmadığından saat dokuzdan itibaren uyumak üzere sofradan kalkanlar oldu. Bülent, Celal, Ünal ve ben Celal'in -kendi usulüyle demlediği- termos çayından içerek azınlıklar sorununu çözüp rahata erdikten sonra saat onda yattık. Ertesi gün erkenden yola çıkacağız. Sabah yedide kalktık. Bugün bayram. Akşamdan planımız sabah kahvaltıyı birlikte yapıp bayramlaştıktan sonra çıkmaktı ancak yolun uzunluğu sebebiyle zaman yitirmeyelim herkes teknede seyir sırasında kahvaltı yapsın kararına vardık ve hızla hareket ettik. Kendi teknemizde bayramlaştık. Ilgın'ın 'bayram sabahı ikram et' tembihiyle verdiği şekerlerden yedik, teknede de olsak geleneği yaşattık. Seyir sırasında bir ara tekneler yaklaştığında Özcan ezan okudu kısaca, bayramlaştık uzaktan uzağa...Astipalya Santorini arasında, açık deniz olmasına karşın, muhteşem bir güneş altında havuz ya da bir göl kadar dalgasız bir denizde seyir yaptık saatlerce.Rüzgar sıfır. Motor yapıyoruz. Anafi adası açıklarında Avior durdu mürettebat denize atladı. Uzaktan görüyoruz. yaklaştığımızda biz de durup kısa bir yüzme molası verme kararındayız. Üç gündür deniz üstünde olmamıza karşın ilk kez denize gireceğiz. Kısa sürse de keyifli bir yüzme molası oldu. Açık denizde, pırıl pırıl bir havada tertemiz sularda yüzmek muhteşemdi.23 Ekim saat 17 Santorini kıyısındayız artık. Bütün yayınların özellikle uyardığı sığlıkları kontrol ederek adanın güney ucundaki Marina'ya girmeye çalışıyoruz. Derinlik kimi yerlerde 2,5 metreye kadar düşüyor. Avior önümüzde idi önce Marina'ya girmeye teşebbüs etti ise de sığlık sebebiyle açığa çıkıp bekledi biraz. Aramızda kurulan telsiz irtibatı sonrasında girdiler içeri. Balıkçı barınağı burası resmi olarak. Belki de o yüzden böylesine kötü ve sığ girişi. Başüstünde Celal sudaki kayaları kontrol ederek rota verdi. Greek Waters Pilot kitabı defalarca okundu... Neyse ki sorunsuz biçimde girdik biz de liman marinaya. Demir atarak Avior'un yanına kıçtan kara bağlandık. Korku limanına kazasız belasız girdik sonunda.Bir grup hazırlanan mürettebat listesini liman polisine vermek üzere keşfe çıktı ise de bir süre sonra buralarda böyle bir birimin olmadığı öğrenildi. Listeyi vermek için Fira denilen ana merkeze gidip gitmemek konusunda açılan müzakere kısa sürdü, Türk usulü üstün geldi ve boşverildi. Aslında bir balıkçı barınağı olan bu limanda ne bir duş var ne de WC. barınağın hemen arkasında bulunan büyük otel de sezon dışı


Bülent-Deniz-Burhanettin- Ünal-Şevket -Özcan
olduğu için kapalı. Kıyıda inşaat var. Belli ki duş,vs. yapılıyor ama bize yetişmemiş. Hepimizin duşa ihtiyacı var. Barınağın hemen arkası 10-15 mt. yüksekliğinde kayalık. Merdivenle çıkılan üst kısımda taverna tabelalı bir yerler var. Araç kiralama işi de orada imiş. Bir ekip gidiyor araç ve varsa duş-WC kullanımı için bir iki oda kiralamak amacıyla. Bu işti şansımız yaver gitti. Çok ucuza iki araba kiraladık, duş WC işi de tamam. Dörderli gruplar halinde duşa gidiliyor. Özcan Bülent ve ben son gruba kaldık. Teknede ufak bir çilingir sofrası kurup demlenmeye başladık bile. Akşam kiraladığımız araçlar geldi. Thira (Fira)'ya gidiyoruz. Fira, Kaldera denilen yanardağ ağzına bakan, adanın ana yerleşim yeri. Yemeği orada yiyeceğiz. Araba kiralayan şirketin elemanı olan delikanlı bize harita üzerine adanın yerleşim yerlerini, ulaşım yollarını ve özellikleri anlattı. Herkesin dikkati Messeria üzerinde yoğunlaştı...Eyüp ve Bülent kaptan şoförlerin idaresinde 10-15 dakikalık bir yolculuk sonrasında vardık Fira'ya. Şaşırtıcı biçimde kentin göbeğinde park yerleri bulduk ve bizim tekneci ekibin bir arkadaşının tavsiyesini dikkate alarak yemek için Saphix isminde bir restoranı arıyoruz. Uzunca bir aramadan sonra bulduk. Kalderaya bakan güzelce bir yer. Ancak çok pahalı: Çorba 15 E. salata 20 E. vs. İlk akıncılar Celal, Şevket,.. içeride masa birleştirme işini filan da halletmişler ancak ikinci grup fiyatları abartılı bulunca orada yemek yememeye karar veriyoruz. Sezon sonu olduğu için restoran boş ve adamlar 9 kişilik bir ekibi bulup kaybetmiş olmaları sebebiyle biraz bozuldular son kararımıza...Yemek yiyecek bir yerler arıyoruz, karnımız acıktı, yorulduk... Bulduğumuz yerler astronomik balık fiyatları çekiyorlar, mesela çiftlik çupraya 90 E. gibi. Dimitri adl1 bir Yunanlı ile pazarlık yapıp balık fiyatını 30 E. yapmış iken Deniz çupranın market fiyatını belirtip itiraz edince pazarlık koptu. Gergin ve açız. Çıktık lokantadan ve yürüyoruz. Hedef belirsiz. İronik biçimde gidip merkezde fast food yiyelim öneriler de geliyor. Tam bir otorite boşluğu. Durumu tahlil edip cesaretle harekete geçen Bülent kaptan inisiyatif koyuyor ve haklı argümanlarla ülkemizde de balık restoranlarında fiyatların aşağı yukarı bu civarda olduğunu, tepkinin haksız olduğunu belirtiyor ve dön geri Dimitri'ye. Neyse ki fazla uzaklaşmamıştık. Dimitri ile son bir pazarlık daha yapıp yanımızda getirdiğimiz kendi Rakımızdan içmeye ikna ediyoruz. Tek müşteri olmanın avantajı ile olsa gerek, işler yolunda. Saat 22. Açlığımızın da etkisiyle mezeleri abarttık. Çeşit olarak çok olmasının yanı sıra lezzetleriyle de beğeni toplayan mezelerle karnımız doydu aslında. Ancak balıkları arada sipariş etmiştik bile. İptal ettirmeye çalıştı isek de nafile. Balıklar geldi, onlar da muhteşemdi. Çiftlik çupra bu kadar güzel pişirilebilir... Onları da yedik afiyetle. Teşekkür edip ayrıldık. Saat gece yarısını geçmiş.Merkezde arabalara bindik, dönüyoruz.

Yol Messeria'dan geçirildi ve ışıklı bir barın karşısında duruldu.
İki grup oluştu: Bara gitmek isteyenler ve burada bir iş olmaz gidip yatalım diyenler.
Neyse ki iki aracımız var. Arabaları durdurduğumuz yerin çaprazında bulunan barda "kötü kadınların" bulunduğu rivayet olunmakta. Deniz köşede bekleyen bir zenci adamla muhabbete başladı. Zenci -arabaların yanında duran bizler tarafından- önce uyuşturucu satıcısı zannedildi ise de taksi bekleyen bir "sade vatandaş" olduğu anlaşıldı sonra.
Zenci bu barda bir iş olmaz girmeyin boş yere demiş ise de umut karşı dağın ardında...
Bir grup yatmaya gitti diğeri bara gitti netice olarak. Bara gidenlerin her birinin farklı anlatımı sebebiyle rivayet muhtelif ise de tekneye yatmaya giden ekipten sadece 10-15 dakika sonra diğer ekibin de tekneye ulaştığı gerçeklik. Her ne oldu ise çok hızlı yaşandığı kesin!
24 Ekim - SantoriniSabah 7.30'da kalktık. Avior uykuda. Bir tek Ünal kalkmış erkenden. Yakındaki siyah kumsaldan taş toplamış. Kahvaltıyı Fira'da yapalım diyoruz. Tüm gün gezip alışveriş yapacağız Fira'da. Akşam üzeri gün batımını seyredeceğiz. Bir yer bulup yemek yiyip içki içeceğiz ve sabah erkenden Rodos'a doğru yola çıkacağız. Plan bu.Avior'un suyu bitmek üzere. Tanker de gelmedi. Kıyıda bulunan musluk bir gün önce Celal tarafından denenmiş ancak akmamış. Yandaki yabancılardan oluşan tekne musluğa hortum bağlayıp sağı solu kurcalıyorlar. Biz de uzaktan seyrediyoruz. Celal "Biz de denedik onu ama akmıyor işte" yorumunu yaparken hortumdan akan su küçük bir şaşkınlık yarattı. Su ve mazot takviyesi işini arkadaşlara bırakıp Eyüp, Şevket, Ünal ve ben gidiyoruz kahvaltı yapmaya.

Kahvaltı sonrası dolaşırken gördüğümüz, gezi öncesi de Bülent tarafından –Acun’dan aldığı feyz ile- bu adaya gelenlerin mutlaka binmesi gerektiği şeklinde tembihlenmiş olan, eşekleri görüyoruz. Binelim binmeyelim derken komodorun cesareti bize de güç veriyor ve binmeye karar veriyoruz. Sonuç tam bir fecaat. 600 civarında basamak, rahatsız katır sırtı, üstüne üstlük inişte taşlarda ayağı kayan katırın üstünden Şevket’in –neyse ki ustaca- düşmesi/inmesi, bu arada eyerin önündeki demiri tutarken sıkmaktan patlayan avuçlarım… Eşekçi ile pazarlık yaparken iniş - çıkış dahil pazarlık yaptık ve parayı peşin aldılar. Aşağı inerken aramızda geçen konuşmalar –her ne kadar parasını vermiş isek de- aşağıda eşeklerden inerek teleferik ile çıkmak kararı ile sonuçlandı. Lakin eşekler-aslında katırlar demek lazım- aşağıda bir an durduruldu ve yönleri yukarı çevrilip sahibi tarafından hafifi bir sille ile gönderildi. Neredeyse dört nala bir şekilde katırlar yukarı doğru kendiliklerinden fırladılar. İnişte yanımızda olan adam da kayboldu. Biz dördümüz kendi kendimize –ya da katırlar kendi kendine- çıktık yukarı. Bizde hal kalmadı, ciddi eziyet idi. Aramızda karar verdik: Bu işi bizimkilere ballandırarak anlatacak ve bu ‘tadı’ yaşamalarını önerecektik. Öyle de yaptık. Kahvaltı ettikleri kafede buluştuk ekiple. Onlar da kahvaltılarını bitirmiş kahve içiyordu.
Eşekler ile ilgili yaşadıklarımızı es geçerek bire bin katıp, olmayanları yaratıp ballandırdık iyice.
Hepimize feyz veren Bülent hiç etkilenmedi. “Benim çocukluğum eşek üstünde geçti, bi de burada mı bineceğim, bıkmışım zaten” dedi. Kalanlar ilgi ile dinledi, belki de meylettler.
Ama kıyamadık, kahpe yürek dayanmadı… Aman binmeyin tam bir eziyet dedik, ama sonradan anladık ki Celal ile Deniz bizim anlattıklarımızın ballandırma bölümünü dinleyip gerisini (aslını) ya duymamışlar ya da merakları üstün gelmiş ki eşeklere binmeye karar vermişler.
Celal-Deniz ve esekler...
Bindikten sonraki hallerini gördüğümüzde “kimdi lan bu eşekle inip çıkmak güzel diyen” modunda idiler. Üzgünüz…
Fira’da akşama kadar serbest biçimde gezip alışverişleri yapıp akşam beş gibi bir kafede buluşma kararı ile dağıldık. Ya da öyle zannettik. Zira günün muhtelif zamanlarında hiç birbirimizi aramadan yine bir araya gelmiş oluyorduk. Biz genelde Ünal ile birlikte dolaştık. Eş ve çocukların hediyelerini alma işini bitirdikten sonra yukarı tırmandığımızda kiliselerle karşılaştık. Şatafatlı, her yanı simgelerle dolu içleri boş yapılardı. Mum yakıp, dua eder pozlar verdik. Çıkışta günah çıkartma yerini gördüğümüzde günahlarımızdan arınmayı bile düşündük…Fena olmazdı hani, beyaz bir sayfada yeni günahlara yelken açmak…
Saat beşe gelirken biz de yorulmuştuk. Belirlenen kafeye gidip kahve içmeye başladık. Kahvenin yanında tatlı bir şeyler yemek istediğimizde mevcut tatlıların isimleri şaşırttı bizi : baklava, kadayıf, kalata boragi (Galata Böreği)…
Bütün ekip toplandı ve İya’ya gün batımını izlemeye gittik. İya’da bahçesinde günbatımından habersiz biçareleri tavla oynarken gördük. Biz ve bizim gibi dünya nimetlerinin farkında olan turistler harala gürele gün batımını izlemeye giderken bu adamların ilgisizliği garipti doğrusu (!) (Bu arada Özcan kendi köylerinde de –Alaçam - her gün güneşin böyle battığını söyledi ve biz seneye Özcanların köye gitmeye karar verdik yine günbatımını izlemeye.)




İya’da gün batımı güzeldi tabii ki. Güneşin denizden battığı her yerde olduğu gibi… Hayallerimizden farklı olarak ne kimse bir yudum şarap sundu gün batımını izlerken ne de bir öpücük konduruldu yanağımıza…
Biz dokuz adam romantik bir biçimde günü batırdık dilimiz damağımız kurumuş biçimde ve nerede içeceğimizi konuşarak Fira’ya döndük. Pek fazla alternatifimiz yoktu aslında (ya da alternatiflerin hepsi birbirinin hemen hemen aynıydı). Bir fikir olarak dünkü yere Dimitri’ye gidelim denildi ancak farklı bir yer olsun düşüncesi ile bu seçenek elendi. Öğleyin bira içtiğimiz, Dimitri’nin de arkadaşına ait olan Sokrates Taverna’ya gittik. Kalderaya değil de adanın diğer tarafına bakan bir yer. Bahçesinde oturalım diye düşünürken Deniz ‘Hocam bu buzdolaplarının olduğu yerde oturulmaz’ çıkışında bulundu mutfağın girişinde duran Kola dolaplarını göstererek. Grup kendini burada oturmaya hazırlamış olduğundan ya da acıktığımızdan bu gerekçe tatmin edici bulunmasa da söylene söylene çıktık. Hemen yanında bulunan bir başka bahçe lokantaya girdik, herkes Deniz’e dönüp tamam mı der gibi baktığında Deniz bu baskının da etkisiyle olsa gerek “Tamam hocam burası güzel” dedi, masalar birleştirildi, oturduk. Hemen arkamızda bulunan Kola buzdolaplarını görmemesi için Deniz’i onlara sırtı dönük oturttuk tabii ki. Arnavut garsonun hizmet ettiği bu yerde de çok güzel mezeler yedik, yanımızda getirmediğimizden ve işletmede de bulunmadığından Rakı yerine şarap içtik bu akşam.Çok içtik, çakırkeyf biçimde kalktık.
Teknelere dönüyoruz. Bu kez Komodorun kullandığı bizim araç arkada. Messeria’da öndeki araç sağ sinyalini verip durdu ve kalktı ise de bizim araç durdu, kalkmadı. Hadi bi de biz bakalım şu bara dedik ve girdik. ‘Güzel’ bir yerdi, lakin sabah erkenden yola çıkacak olmamız sebebiyle çok kalmadık içeride. Bir de bizden sonra bara gelen yaşlı bir amca bütün ilgiyi üzerine çekince onu izleyip, birer kadeh bişey içip kalktık. (OMERTA)
25 Ekim – Santorini…Sabah erkenden kalktık, 6 gibi. Ancak hava karanlıktı hala. Limanın girişindeki sığlıklar sebebiyle aydınlıkta çıkış yapma kararımız sebebiyle bir yandan havanın aydınlanmasını beklerken öte yandan kahvaltımızı yaptık. Havanın aydınlanmasıyla, hedefi Rodos olan uzun yolculuğa başladık. Akşama kadar seyir yaptık hafif bir rüzgar ile. Akşam Sirna adasında birkaç saatlik bir mola verdik yemek ve dinlenme için. Avior bizden önce koya yanaştı. Bu seyirde rotanın belirlenmesi derecelerin tutturulması ile ilgili kimi güçlüklerimiz oldu. Önde ve bizden daha açıkta olan Avior telsiz ile kaç derecede olduğumuzu sordu, bizim derecemizin onların işine yaramayacağı açık olduğundan telsizleri konumları alınıp koya yanaşmak için gerekli rota Komodor tarafından saptanarak bildirildi. Sonradan anlaşıldı ki bu işler bir parça gerilim de yaratmış…Neyse bu fasla sonra gelelim.Sirna’da koyda diğer tekneye aborda olduk. Koyda bir tekne daha vardı: Türk bir kadın ile Alman bir adam dört aydır yoldalarmış bu tekne ile. Kuzey denizinden çıkmışlar Antalya’ya gidiyorlarmış. Kadın bizim Avior ekibini görünce Türkler ile karşılaşmanın verdiği coşku ile karşılamış bizim ekibi. Süt istemişler. Almak için adam geldi, adı Manfred. Koca bir şişe şarap getirdi hediye olarak, biz de Rakı verdik kendisine. Hemen tepesine dikti ise de bilyalı kapak engelledi eski usül içmeyi. Bir süre sohbet ettik, sonra geçti kendi teknesine. Akşam yemeği her iki teknede ayrı pişti, ayrı yendi.Yan yana idik aslında lakin mekanın darlığı sebebiyle böyle yapalım denildi. Bizde Şevket’in pilavı ile Celal’in konserve kuru fasulyeyi sucuklandırarak yarattığı yemek yendi. Aviorda ise sucuklu yumurta ile makarna. (Sucuktan bıktık bu arada…) Muhteşem bir gökyüzü vardı. Açık gökyüzünde yıldızlar pırıl pırıldı ve koyun sessizliği aslında hepimizde burada gecemle isteği yarattı ise de Rodos’a daha çok yolumuz vardı ne yazık ki…Akşam 21’de yeniden yola çıkıldı. Gece seyri yapılarak ertesi gün öğleye doğru Rodos’a varılması planlandı. İlk gece seyrine göre çok daha rahatız hepimiz. Açık deniz, güzel bir rüzgar, az dalgalı bir deniz. Gece seyrinde güvertede en az iki kişi uyanık kalsın şeklinde bir planlama yaptık, güvertede can yeleği giymeyi zorunlu tuttuk. Üçümüz üzerimizde can yelekleri ile güvertedeyiz, Celal CP’da rota belirliyor. Rotaya ilişkin olarak Avior le iletişimimiz bizim telsizin azizliği sebebiyle oldukça kesintili oldu ve sonuç olarak bizi izlemelerinde karar kılındı. Rotamız Sirna’nın güneyinden başladı, doğusundan devam edip Tilos ile Hakli arasından Rodos’un kuzey ucu.
26 Ekim -Rodos
Sorunsuz bir seyir ile öğle saatlerinde vardık Rodos’a. Mandrake limanında yer bulmak sezon dışı olmasına karşın büyük sorun. Bulduğumuz bir yeri Avior’a verdik biz de diğer bir boşluğa yanaşacağız ancak bizim bulduğumuz yere yanaşmamıza izin verilmedi. Liman içinde attığımız turda limanın Rodos kıyısında kalan yerde bir boşluk vardı, teknelerin yıllık kiraladıkları bir yer imiş. Boşluğun yanındaki tekneden çıkan biri önce olmaz dedi sonra çağırdı yanaşmamız için. Güzel bir biçimde kıçtan kara yapıp tonoz aldık, bağlandık. Eyüp gece boyu güvertede tilki uykusunda sadece bir iki saat kalabilmiş olmanın verdiği ağırlık ile derhal uyumaya başladı. Biz de Rodos’u gezmeye çıktık. Şevket, yakın yerleri gezdi ve teknede kaldı. Rodos Şovalyeleri tarafından yapılan ve günümüze sapasağlam biçimde kalabilen devasa kale içini gezmeye koyulduk. Bu arada alışveriş yapacağız. Üzerinde Rodos yazan bir iki tişört alalım diye girdiğimiz bir dükkanın sahibinin Türk olduğunu öğrenmek şaşırttı bizi başlangıçta. Buraların 400 yıl bizimkilerin egemenliğinde kaldığını düşününce, adadaki Türk sayısının azlığı dikkat çekici geldi bu kez. Söz konusu Türk, ortaokulu Aydın Ortaklar’da liseyi Ortaköy Öğretmen lisesinde okumuş kültürlü biri. Oğlu ile birlikte bu dükkanı çalıştırıyor. Akşam için yemek yiyecek yerlerin önerisini aldık ve burada tavernanın Türkiye’deki anlamından çok uzak bir şekilde eğlence mekanı değil lokantayı ifade ettiğini öğrendik. İki lokanta önerdi biri yakınlarda turistik diğeri ise taksi ile gidilen bir yerde yerlilerin de gittiği bir Rum lokantası. Arkadaşlara önereceğiz.
Adamın anlattığına göre bizimkiler bir zamanlar adada çoğunluk iken şimdi çok küçük bir azınlık halinde kalmışlar (80 bin nüfusun 5 bini gibi). Geçen yıl Türk ilkokulu da kapanmış ve ‘çocuklarımız artık Türkçeyi öğrenecek bir yer bulamıyor’, yakınmasında bulundu. 5-10 dakika süren sohbetimiz sonrası bizi uğurlarken çevredeki cami, çeşme gibi yapıları anlatıp “Burada ne görürsen bilki senin dedelerin yaptı” derken gözleri yaşardı. Anladık ki azınlık olmak ya da öyle hissetmek zor iş…
Giysi alışverişimizi yapıp yukarı doğru yürürken bir içki dükkanının kapısında bizimkileri (Özcan, Eyüp, Bülent) gördük, içki alıyorlardı. Oranın sahibi de Osman adında bir Türk. Yüklüce içki aldık ancak bu ağır şişeleri nasıl taşıyacağımızı hiç bilemiyoruz. Buralara taksi de girmiyor. Bülent yaklaşık 20 ben ve Ünal da 10’ar şişe aldık. Bunları tekneye taşımamız gerekiyor. Yolu tarif ettiler. Çıktık yola, içkiler gittikçe daha da ağırlaşıyor ve biz yanlış yoldayız. Geri dönsek yol iyice uzayacak. Neyse uzun ve sık molalı bir yolculuktan sonra tekneyi gördük. Teknenin hemen dışında Şevket genç biriyle konuşuyor adam cep telefonu ile bir yerlerle görüşüyordu. Belli ki bir aksilik var.
Bizim bağlandığımız yerin sahibi gelmiş ve bizim çıkmamızı istiyorlar. Gerçekten de açıkta bekleyen bir tekne var. Eyüp’ü uyandırıyorum. Tonozu bırakıp halatları çözüyoruz ama adamların tutumları da can sıkıcı. Liman görevlisi olan bir genç adam motosikletle gelip çıkmamız gerektiğini bir kez daha söylüyor ki zaten biz çıkış hazırlığındayız. Liman içinde yer bulabilir miyiz diye bakınırken motosikletli genç adam kıyıdan bizi takip ederek liman dışına çıkmamız için sesleniyor, zira yer yok. Çıktık limandan, Mandrake’nin hemen arkasındaki diğer limana yanaştık. Aslında büyük gemilerin yanaşması için yapılmış olan bu liman neredeyse bomboş ancak burada yanaştığımız yerdeki kıyı tekneden yukarıda kaldığı için pasarelanın konulmasında zorluk yaşanıyor, neyse. Bandıramızdan dolayı böyle davranıldığına ilişkin sözler varsa da ortada haklı olmadığımıza göre bizim oradan çıkartılmamızdan böyle bir sonuç çıkartılmaması gerektiği düşüncesiyle Türk Yunan dostluğunun bozulmasını önlemeye çalışıyorum. Ne de olsa yakınlaşma isteği içindeyiz. Keyfimizin kaçmasına izin vermeyelim diye düşünüyoruz ve hemen bu işten bir espri yaratıyoruz: “Bizim tekne yanlış park ettiği için çekildi ve polise 120 E. ceza ödedik”
Teknede oturup sohbet ederken bir iki yudum bir şeyler de içiyoruz tabii ki. Keyifli bir sohbet sürerken yanımıza yanaşan teknedekilerin de Türk olduğunu, üstelik İstanbul Tabip Odasının bir eski yöneticisi doktor hanımın da aralarında olduğunu öğrenmek “Dünya küçükmüş” dedirtiyor.
Bu arada Kaptanlar (Burhan-Eyüp) ve Ünal birlikte bizim Yunanistan’dan çıkış işlemlerimizi yapıyorlar. Zorlu bir bürokrasi var burada. Oradan oraya koşturuyorlar bizimkileri ama azimle çözdüler b işi hem de Simi de 240 E. Verdiğimiz iş için sadece 20 E. vererek! Teşekkürler.
Akşam, bizim Türk’ün önerdiği Rum lokantasına gidiyoruz. Küçük bir lokanta ve neredeyse tümüyle dolu. Rezervasyon da yaptırmadık. Dokuz kişi olduğumuzu söylediğimizde 10-15 dakika sonra bir yer ayarlanabileceğini söylüyorlar, bekliyoruz. Aradan bir iki dakika geçtiğinde yerimizin hazır olduğu söylendi girdik içeri. Bizim masa yerleşimimizde önce bir sigara krizi çıktı, Burhan sert biçimde Bülent’i sigara konusunda uyardı. Bülent arka masada içenleri göstererek savuşturdu bunu. Ardından yanımızda getirdiğimiz Rakıları içmeyi teklif edelim diyen Burhan’a buranın bu teklif için uygun bir yer olmadığını söyledik ben ve Ünal. Burhan kızdı tabii ki. Nerde nasıl davranacağımı bilirim filan diyerek bizi püskürttü. Kısa bir çatışma sonunda teklif edildi ve olumlu karşılandı. Ben ve Ünal yine de kuyruğu dik tutup Uzo içtik tabii ki (güzeldi de doğrusu). Kısa zamanda aştık gerilimi ve muhteşem mezeler yedik güzel sohbet eşliğinde. Sübyeli patlıcan muhteşemdi… Ufaktan bir iki şarkı da söyledi bize Özcan. Keyfimiz yerinde kalktık lokantadan.
Eee, şimdi nereye gidiyoruz. Tabii ki gündüzden adres alınmış yerlerimiz var elimizde. Bir striptiz bara gitmeye karar veriliyor. Gitmek istemeyenler taksi ile teknelere dönüyor. Striptiz bara da gidiliyor, başka barlara da. Ne de olsa gavur ellerinde son gecemiz. Eğlenceli bir gecenin sonunda teknelere dönüyoruz. Bir kısım zayiat ile. Onlar da sonra dönüyor. OMERTA
27 Ekim - RodosSabah erken çıkıp karşıda Çiftlik koyunda denize girmek ve akşamüzeri Marmarise gitmek üzere karar veriyoruz. Sabah 7 gibi yoldayız. Rüzgar ve dalga fazla. Mümkün oldukça yelken yaparak ilerliyoruz. Bu arada sarsıntı öylesine fazla ki teknede kahvaltı filan yapamıyoruz. Deniz restoran’da yazın da güzel yemekler yemiştik, kartları da vardı bende ama Ankara’da. Neyse ki sekreterim imdada yetişti de bulduk telefonu. Yolda Hayrettin beyi arayıp bizim için çorba pişirmelerini istedik. 4-5 saatlik bir seyir sonrası Çiftlik koyundayız. Güleryüzle karşılanıyoruz ve yardımlarıyla rahatça bağlanıyoruz iskeleye. İki tekne daha var iskelede. Bodruma gitmeye niyetlenmişler ancak Bozukkale’den hava muhalefeti sebebiyle geri dönmüşler… Evimizde gibi hissediyoruz. Hava güneşli deniz durgun. Çorbanın hazır 5-10 dakika sonra ekmeğin de pişmiş olacağı söyleniyor. Hemen denize atlıyoruz. Kısa bir yüzme faslından sonra Eyüp ile birlikte lokantada çorbalarımızın başındayız. Nefis. İkinci tas çorbamızı da içiyoruz afiyetle ve öğle yemeğinde 2,5 kg. bir deniz çuprayı götürmeye karar veriyoruz. Bu arada Avior da geldi, yanaştı. Denize girip çıkan çorbaya yanaşıyor… Keyfimiz yerinde.Öğle yemeğinin hazırlanmasını beklerken kasa görevinde olan Burhan hesapları çıkartmaya oturuyor yanıma. Uzun uğraşlar, Hayrettin bey ve garson Feridun’un gülmemek için kendilerini zor tuttukları, kimi zaman da tutamadıkları dakikalar sonrasında hesabı bir parça çıkartabiliyoruz. Feridun şaşkın “herkesin herkesten alacağı var” deyip gülüyor. Ayrı ayrı tekne hesapları da çıkartılıyor ve Burhan’ın “Bi daha bu işi yapanı…” duyguları eşliğinde paraları kısmen tahsil ediyoruz.Saat 14. Balık salata rakı: her şey hazır her şey tamam… Çınlattık kadehlerle ortalığı. Tatilin sonuna geldik ve yaşananların mavrası yapılıyor tabii ki. Sürekli olarak “Olum küfretmeyin lan burası Türkiye, bak Hayrettin hanımı da burada, ayıp oluyor” uyarıları eşliğinde hatıralar tazeleniyor…Hayrettin beye teşekkür ettik yemekler için, yeniden görüşme dileğimizi vurgulayıp 16 gibi Marmaris’e doğru yola çıkıyoruz. Hava güzel, bazen sağanak rüzgar oluyor. Pazartesi günü yat yarışları olduğu için ortalık yelkenli kaynıyor. Rüzgarın tadını çıkartıyorlar. Biz de yelken yapıyoruz. Bülent de bizim teknede. Teknemiz neredeyse 45 derece yatıyor rüzgardan. Keyifli, sohbeti güzel bir yolculuk sonrası Marmaris Albatros Marinadayız. Geldiğimiz yere döndük, netekim.Akşam yemeğini Burhan ayarladı. Marmarisin biraz dışında bir et lokantası. Güzel büyük bir yer güzel mezeler ile etler yedik, tabii ki, Rakı içtik. Muhabbet ettik. Her zaman olduğu gibi sıcağı sıcağına tatilin değerlendirmesi yapıldı. Değerlendirmelere damgayı iki husus vurdu: Birincisi Burhan’ın Bülent’e ilişkin hayal kırıklığını açıklamış olmasının Bülent’te yarattığı tepki (!) diğeri ve asıl olanı ise Deniz’in kendi hayal kırıklığının/karşılanabilecekken karşılanmayan beklentilerinin sebebi olarak kaptanlar arasında iletişim kopukluğu ve dirayetsizlik olduğunu vurgulaması oldu. Uzun süre bunun haklı olup olmadığı konuşuldu. Geziye ilişkin genel izlenim rotanın belirlenmesinde bu derece seyir ağırlıklı planlama yapılmasının yanlış olduğu işin tatil kısmının da gözetilmesinin gerektiği yönünde oldu.
Bence gezinin hiç bitmeyen tartışma konusu “Orhan Pamuk’un Nobel alması” esprisi ise “Seneye 9 günlük bayram tatilinde tekne ile Tunus’a gidiyoruz üç saat kalıp geliyoruz!” (Özcan’dan)
Yeni bir tatilde buluşmak umuduyla, sevgiler
Mustafa Güler